31 Ağustos 2014 Pazar

Kedi sevmeyen bünyelere ağır gelebilir :)

Burcu'ya verdiğim sözü tutuyorum ve kızımın en özel anlarını sizlerle paylaşıyorum :) 


Uzun süredir kedi kumu masrafından, kokusundan ve tüm eve yayılmasından kurtulmuş olan bir kedi annesi olarak bu işi nasıl başardığımı şu yazımda anlatmıştım, denemek isteyen diğer kedi anne-babalarına faydalı olması dileğiyle :)

Gezmeler tozmalar, adrenalin salgılamalar...


Kedimizi bayram kılığına sokup fotoğrafladıktan sonra gezmelere çıktık. İzmir fuarımız açılmış, gidelim gezelim, görelim, eğlenelim dedik. İzmirli hemşehrilerim haftasonu da olması nedeniyle akın akın fuara akarken, fuarın orta yerinde yeni bir oyuncak olduğunu gördük. Ki görmemek pek mümkün değil, çünkü çoook yükseklere fırlıyor kendisi. Benim adrenalin sever bünyemi kendisine doğru çekti bu alet. Eşim önce "emin misin, yok binmeyelim, çok yüksek, çok hızlı" falan dedi ama bindik sonunda. 

Aletin adı tsunamiymiş, kendisi şöyle bişi:



Yüksek tonda ve irade dışı çığlıklarımın eşliğinde tamamladık birkaç dakikalık adrenalin turumuzu. Uzuuun yıllardır fuarda oyuncaklara binmemiş benim gibi bünyelere tavsiye olunur :) Fuar her zamanki fuardı işte, değişik bi atraksiyon göremedim ben, her zamanki kalabalık, her zamanki standlar, her zamanki yemekler, içmekler falan. Ama seviyorum yine de, her sene de giderim. İzmir'de yaşayıp da fuara gitmeyen olur muymuş allasen :) 

3 liraya kitap satan bir stand vardı, ordan da bir kitap aldım. Standa yanaşan bir abla, satıcıya; önereceğiniz kitap var mı diye sordu, satıcı ne tarz seversiniz dedi. Kadının hiçbir fikri yoktu sanırım, bir ara recep ivedik gibi "okumalık" kitap gibi bir cevap vermesini bekledim ama tarzı da olmadığından ona da cevap veremedi. Sadece 3 liralık kitap cazip gelmişti o kadar. Satıcı bi ordan bi burdan topladı birkaç en çok satanlardan koydu önüne. Sonra aldı mı almadı mı göremedim. Umarım 3 lira diye rastgele aldığı o kitaplarla ablanın zihninde yeni ufuklar açılır. 

92.zafer yılımızı kutladığımız bu günlerde farkındaysan artık siyasi konulara hiç girmiyorum, çünkü seçim sonrası almış olduğum karara gerçekten hala bağlıyım. Ne haber izliyorum, ne bişi. Apolitik takılmaya elimden geldiğince çabalıyorum. Böyle daha iyiymiş,  ne diye kendimi üzüyorum ki sıfatını sıfatlandıramadıklarım yüzünden. 

29 Ağustos 2014 Cuma

İnsanat Bahçesi - Desmond Morris

"Doğal koşullar altında hayvanlar birbirini yaralamaz, kendi yavrularına saldırmaz, mide ülseri olmaz, oburluktan hasta oluncaya kadar şişmanlamaz, kendi kendilerini tatmin etmeye kalkmaz, kendi türünden olanları öldürmez." diyor Desmond Morris. 

Doğal ortamlarında yapmadıkları tüm bu davranışları esir tutuldukları, sergilendikleri hayvanat bahçelerinde yapıyorlar. İnsanların insanat bahçelerinde yaptıkları gibi... 

Yazar, tıklım tıklım yaşadığımız kentler için işte bu tabiri kullanıyor: insanat bahçesi. Bizlerin de hayvanat bahçelerindeki hayvanlar gibi, doğal ortamımızdan uzakta anormal davranışlar sergilediğimizi ve bu hızla devam edersek tüm dünya yaşamı için geri dönülmez sonuçları olacağını söylüyor. 

İnsan ve hayvan toplulukları arasındaki davranışsal benzerlikleri bir sosyolog gibi incelemiş ve inkar edilemeyecek sonuçlar çıkarmış. 

Süper kabile yaşamı dediği kent hayatında insan davranışlarının altında yatan evrimsel kalıntıları gösteriyor ve kendi kendimizi nasıl büyük bir çıkmaza sürüklediğimizi anlatıyor. Keyifle okudum ve yazarın diğer kitabı Çıplak Maymun'u da alacaklarım listesine ekledim. 

Kitaptan altını çizdiklerimi yazmadan önce fotoğraftaki tüyün hikayesini anlatmak istiyorum. Kitabın üzerindeki tüy evlenmeden önce İkea'dan aldığım yastıktan. Henüz şimdiki bilinç seviyemde olmadığım zamanlarda alınan bir yastık. Kitabı okurken yastıktan fırlayan sivri ucu battı. Çekip çıkardım, kulağımda tüyleri yolunan kazların çığlıkları ve aklıma kaz tüyünün nasıl elde edildiğine dair izlediğim bir video geldi. Tüyü elime aldım, yıllar önce benim yastıklarımı doldurmak için tüyleri yolunan kazlardan özür diledim. 

  • Hayvanat bahçesindeki hayvan ya yapayalnızdır, ya da doğal şeklinden çok farklı bir toplumsal grup içine kapatılmıştır. Yakındaki kafeslerde başka hayvanları görür, seslerini duyar ama gerçek bir ilişki kuramaz onlarla. Talihin garip bir cilvesi; kentteki insanların süper-sosyal koşulları da buna çok benzer. Kent yaşamının insanı yalnızlığa sürüklemek gibi bir tehlikesi olduğunu çok iyi biliriz. Kişisellikten yoksun bir kalabalık içinde kolayca yitip gider insan.
  • Çağdaş bir süper kabile üyesi olarak dünyaya geldiğimizde, insan zekasının, yaşamı sürdürmekle ilgili temel sorunları önceden çözümlemiş olduğu bir ortamda buluruz kendimizi. Hayvanat bahçesindekiler için olduğu gibi, bizler için de her türlü güvenlik tedbirleri alınmıştır. Çoğumuz bir çeşit işle uğraşmak zorundayızdır, ama teknik gelişmeler sayesinde uyarılma çabası için yeterince zaman kalmaktadır. Yiyecek ve barınak bulmak, yavru yetiştirmek, toprağımızı savunmak, düşmanlarımızdan kaçmak gibi sorunlar artık günümüzü ve gücümüzü tüketmemektedir. "Ama ben hiç durmadan çalışıyorum" diye karşı çıkarsınız buna, şu önemli soruyu bir sorun kendinize: Daha az çalışsam yine de yaşayabilir miyim?  Çoğunluk için bu sorunun cevabı evet olacaktır. Çalışmak, çağdaş süper kabile adamının yiyecek sağlamak için avlanmasının yerini tutar ve tutsak hayvanlar gibi o da yarattığı gereksiz bir takım karmaşık biçimler içinde çalışır. Sonra da çözümlemek üzere kendi kendine sorunlar yaratır.

  • Ne yazık ki aslında kendine özgü zaafları ve güçlü yanları olan bir hayvan olduğumuzu unutmak eğilimindeyiz. Kendimizi, üzerine herhangi bir şey yazılabilecek boş kağıt gibi görürüz. Doğru değildir bu. Dünyaya temel davranışlarımızı belirten bir yönetmelikle geliriz. Bu yönetmeliğin koşullarına uymak ya da onlara karşı gelmek tamamen kendi sorumluluğumuzda. Uygar süper kabile vatandaşı maskesi altında dolaşan, canı pahasına eski atalarından kalma nitelikleriyle, olağanüstü yeni durumu arasında bir denge kurmaya çalışan ilkel bir kabile avcısı. Bu hayvana bir şans tanınırsa içinde yaşadığı insanat bahçesini son derece güzel bir oyun bahçesine çevirebilir. Eğer bu şans tanınmazsa, toplumumuz geçen yüzyılda hayvanların tıka basa doldurulup sergilendiği vitrinlere benzeyen bir tımarhaneye dönüşecektir. XX. yüzyılın süper kabile üyeleri bizler için, gelişimleri izlemek ilginç olacak. Çocuklarımız içinse ilginçten öte bir yanı bulunacak. Duruma el koyacak yaşa geldiklerinde insan türü o denli büyük sorunlarla karşı karşıya kalacak ki, bizden sonraki kuşak için bunları çözümlemek, bir ölüm kalım sorunu olacak. 

26 Ağustos 2014 Salı

Geç kalan haftasonu yazısı ve yirmilik diş kabusu...

Cumartesi babamın yanına gittik. Kavanoz domates yapmak amacıyla, ama sağolsun babamlar yapmışlar bize de. Yerli tohum pembe domateslerle hem de. Tohum mevzusu gerçekten vahim bir yöne doğru gidiyor ülkemizde. Yerli tohumlarımıza sahip çıkmamız gerekiyor. Tohumları dedem göndermiş uzaklardan babama. Babam da bütün köye dağıtmış sağolsun, köyde yaygın bir şekilde ekilmiş pembe domatesler. Domatesi yediğiniz an, marketten, pazardan alıp da yediğiniz domateslerin aslında domates olmadıklarını anlıyorsunuz. O kokusu, o tadı cidden uzun zamandır böyle domates yemedim. Yerli tohumlarımızı kurutan, yok eden veya yok olmasına neden olan herkesin en kısa sürede belasını bulmasını diliyorum. Akılsız kafam her şeyin fotoğrafını çektim, o güzelim domatesin fotoğrafını çekmedim. 

Önce size müthiş bir yaratıcılık örneği göstermek istiyorum. Bunlar süs kabağıymış, babamın eşi hakikaten yaratıcılığını sergilemiş, takdir ettim. Bunları delmiş tele bağlamış ve kabaklardan bir avize yapmış :) 



Bu cancağız Şanslı diğer adı da Kral. Kendisi minicikken Işıkkent Barınağından kurtarılan bir can. 7 senedir babamlara arkadaş. Çok şımarık, çok kıskanç, çok çok çok tatlı bir şey. 




Bugün de diş hastanesine gittim. Uzuuun zamandır ihmal ettiğim yirmilik dişimi çektirmeye cesaret buldum sonunda. Sene başında da kendime söz verdiğim gibi, bu sene o diş çekilecek. Ben bugün bu iş hallolur diye düşünürken 9 eylüle gün verdiler. Film çekildi. Ve sürpriz, bir yirmilik daha başıma bela olmuş da haberim yok. Çenemin altında sağlı sollu yan gelmiş yatmış şerefsiz dişler. En arka dişe de yaslamışlar kafayı, iki tarafta duvar gibi duruyorlar. Resmen yatık vaziyetteler. Off ki ne off, bir tanesine cesaret edemezken iki tane çıktı. Neyse 9 eylül de İzmir'imin kurtuluş gününde ben de bu düşmandan kurtulacağım. Birisinden şimdilik. Artık öbürüne ne zaman cesaret ederim bilmem. Bir form verdiler, ameliyat günü imzalayıp götürmem gerektiğini söylediler. (Evet ameliyat dedim, çünkü cidden ameliyat, valla bak, çok fena) Formda riskler falan yazıyor, adamlar bir maddede demişler ki, gömülü diş çekimi sırasında çene kemiğiniz kırılabilir. Ohaaa dedim, ne diyor bunlar. Ama cidden başına gelebilecek her şeyi yazmışlar ve kabul edip imzalıyorsun kuzu kuzu. Kanama riskinden tut şuur kaybına, kalıcı kısmi hissizliğe kadar her şeyi kabul etmiş oluyorsun böylece. Ben de sabahtan bir kahvaltı yaptım görmen lazım. Yiyemeyeceğim uzun süre diye tıka basa yedim. Öküz gibi yediğimle de kaldım. Dünden hazırlıklarıma başladım aslında. Tüm yirmilik diş yazılarını okudum, hatta akşam çekim videosu bile izledim. Dişlerimin fotosunu da koyayım da size tam olsun :) İbretlik diş bunlar. 





Gördüğünüz üzere durum vahim. Sağlı sollu dayamışlar arka dişlerime. Arka dişlerde de dolgu var zaten sırıtıyorlar. Nedir benim dişlerimden çektiğim ya çocukluğumdan beriii. Anaaaa neyle besledin kız beni ya, emzirmedin mi beni, çöpten mi buldun. Görsen bütün dişler işlemden geçmiş nerdeyse. Ya ben kendimi hatırladığımdan beri dişçilerdeyim. En erken hatırladığım 7 yaş yanii. :( Diş konusunda çok bahtsızım be blog. 

21 Ağustos 2014 Perşembe

Bir değişik haller




Bir günü bir gününü, hatta saati saatini tutmayan bir ruh hali içindeyim nedense birkaç gündür. Regl olacak olmamdan mı bilmiyorum ama bir an hayat o kadar boş geliyor ki, hayatta hiçbir şeye yaramadığımı, boş yaşadığımı, mutsuz ve çirkin olduğumu düşünüyorum, sonra bir an yaşamak ne güzel diyorum, planlar yapıyorum, mutlu hissediyorum. Şu an mutsuz hissettiğim bir ruh halim var. Bomboş yaşadığımı hissediyorum, hiçbir şeye yaramadan, katkım olmadan, sadece tüketen bir asalak gibi hissediyorum. İstediğim hayatı yaşayamıyor olmak, bu rutine, bu işe tıkılmış olmak canımı sıkıyor. Bahçeli bir evim olsa, ekip biçsem, hayvanlarla içiçe olsam diye hayaller kuruyorum sürekli. Ama her sabah uyanıp bu odaya tıkılıyor, oynamam gereken role bürünüyor, maskelerle yaşamaya devam ediyorum. Maaş günü aldığımız tüm maaşın ev kredisi, araba kredisi, kredi kartları ve vergilere gitmesi beni deli ediyor artık. Bir hamster tekerleğinde dönüp duruyoruz. Çalışıyor olmamızın sebebi istediğimiz gibi yaşamaksa, neden istediğimiz gibi yaşayamıyoruz? 

Dün tüm gün bloglar arasında gezindim, sürekli okudum. Dilediği gibi yaşama imkanı bulmuş insanlara imrendim. Öyle bir kısırdöngüdeyiz ki, yaşamak için para kazanmak zorundayız, para kazanmak içinse çalışmak, çalışıp para kazanıyoruz ve kazandığımız paranın bir kısmını devlete vergi olarak ödüyoruz, 10 yıllık ev kredisi olarak ödüyoruz ve geriye kalan parayla ancak karnımızı doyuruyoruz. Yaşam nerde peki? Dilediğimiz, mutlu olduğumuz şeyleri yapmaya ne zamanımız ne de paramız kalıyor. Haftasonu bir yere gitmek istesek bile paramız olmuyor. İşten eve gelip yemek yiyoruz, sonra tv, internet ve uyku. Ne dilediğimiz gibi bir evde oturabiliyoruz, ne dilediğimiz yerleri gezip görebiliyoruz, ne bizi mutlu eden şeyleri yapabiliyoruz. Peki kime çalışıyoruz? Ne için çalışıyoruz? Emeklilik hayalleri için mi? Peki emekli olduğumuzda dilediğimiz şeyleri yapabileceğimiz sağlığımız olacak mı? Yoksa o zamanlar da hastane kuyruklarında mı pinekleyeceğiz? İşte o zaman yaşayacağımız hayal kırıklığının sorumlusu kim olacak? 

Bu çarktan bir çıkış yolu var mıdır bilemiyorum, ama kendi açımdan baktığımda çözüm bulamıyorum ve sıkılıyorum. Ruhumun gelgitleri fazla bugünlerde. Cem Yılmaz'ın dediği gibi belki, hallerim var :)

*Görsel buradan.

19 Ağustos 2014 Salı

Kitap almaya devam


Ben de aynı Burcu gibi, kitap sitelerine uğramadan edemiyorum, uğrayınca da mutlaka alınacak bir şeyler bulunuyor. İdefix'te dolaşırken İnkılap Yayınevinde güzel indirimler olduğunu farkettim. Aslında beni buraya yönlendiren de Süt Kitap'ın Sıradaki adlı kitap yorumuydu. Distopik türleri okumayı seviyorum. Karamsar bünyem hoşlaşıyor böyle kitaplar okumaktan. Kitaba önce kitapyurdundan baktım 19 lira. İdefix'de baktım 6 lira. Baya bi şaşırdım, ekitap mı falandı filandı, yoo, basbaya kitap işte. Bi sitede 19 bir sitede 6 lira. Baktım ki İnkılap Kitabevinin özel fiyatlı kitaplar dizisi diye bir bölümü var, orayı da kurcaladım ve Desmond Morris'in İnsanat Bahçesi kitabını buldum. Fiyatı 4,25. Yuppiiii. Kitapyurdunda ne kadar aynı kitap : 13,54.  Başka sorum yok sayın yargıç :)  Eşim de Soner Yalçın'ın Kayıp Sicil'ini istemişti, onu da kattım sepete, oldu mu sana kargo bedava. Dadundan yinmez :)

Hakkında yazamasam da teee kitap fuarından aldığım Patti Smith "Çoluk Çocuk'u bitirdim. Ben ki ergenliğimde Jim Morrison hayranıydım, onunla yatar, onunla kalkardım, Patti Smith'i bu kitapla tanıdım. Utanmalı mıyım, bilemedim. 

Böyle birden fazla kitap alınca size de oluyor mu, hangisinden başlasam, bir ona, bir diğerine el atmacalar falan. Dün Sıradaki'ne başladım, bugün de İnsanat Bahçesine. İnsanat Bahçesiyle devam edicem sanırım.

İdefix indirimine göz atmanız tavsiye olunur. 

17 Ağustos 2014 Pazar

Sabah yürüyüşü

İki gündür erkenden kalkıp yürüyüşe gidiyorum. Evimizin çok yakınında yürüyüş için mükemmel bir bahçe ve parkur var. Spor aletleri de var, bol bol kedi ve köpek de var :) Daha ne olsun. Sabah 7 gibi kalkıp çıktım, dün 1 saat kadar bugün 2 saate yakın yürüdüm, spor yaptım, kedicikleri sevdim, fotoğraf çektim. Alışveriş yapıp eve geldim. Kahvaltımı hazırladım, yedim. Eşim gece balığa gitti sahile bacanağıyla. Bacanak ne çirkin bi kelime dimi. Sabah o geldi, ben evden çıktım. Evet, benim bu hayvanseverliğime ve vejetaryenliğime rağmen eşim balık tutmaya gitmekten büyük keyif alıyor ve et yiyor. Maalesef!

Parkur o kadar kalabalıktı ki gözlerime inanamadım. Sıraya geçip yürüyüş yapılacak neredeyse, o kadar. Yaş ortalaması orta yaşın üzerinde. Ya da sabahın erken saatleri olduğu için öyleydi, çünkü yaş ilerledikçe insanlar daha da erken kalkmaya başlıyor sanırım. Böyle bir istatistik var mıdır bilmiyorum ama bu şekilde bir genelleme yapmak istiyorum. Yol üzerinde de dikkatimi çekti, yaşlılar uyanmış, kahvaltılarını balkonlarında yapıyorlardı. Ama ortada pek genç insan görmedim. Onlar uyku çağındalar daha :) Bebekler ve yaşlılar erken kalkmayı seviyorlar galiba. Yaşlıların sebebi hayatı kaçırmama isteği mi acaba? Kalan az ömrü uykuyla geçirmeme isteği mi?



#şiir sokakta

Bu şapşirik o kadar şımarıktı ki koşa koşa gelip kucağıma atladı :)

Atık pet şişe karşılığı sokak hayvanlarına mama ve su :) Detaylar burda. Yaygınlaşması dileğiyle.



Sevgili Burcu'nun tavsiyesiyle İnstagram açılışımızı da yaptık :) Hayırlı olsun. kediuzum  Bekleriz :)




15 Ağustos 2014 Cuma

Vejetaryenler için protein kaynakları


Sevgili kedimi beklerken'in şu yazıma yaptığı yorum üzerine, hem ona hem de tüm merak edenlere biraz olsun yardım edebilmek için bu yazıyı yazmaya karar verdim. Aslında bu konuda kaynak açısından hiçbir sıkıntı yok. Ama yine de ufak bir derleme yapayım ben de. Vejetaryen olanlara ya da olmaya karar verenlere her zaman sorulan soru şudur: "proteini nereden alacaksın?" Tek protein kaynağı et ve ürünleriymiş gibi yerleşmiş bir kanıya sahip olduğumuz için, vejetaryenlerin sağlıksız beslendikleri, yeterli besini alamadıklarını düşünürüz. Ya da düşünürsünüz, ben düşünmüyorum :) 

Proteinler hayvansal ve bitkisel kaynaklıdır. Kırmızı et, yüksek oranda protein içermesine rağmen kötü kolesterole neden olan doymuş yağ yönünden zengindir, bu yüzden başta kalp rahatsızlıkları olmak üzere felç, böbrek rahatsızlıkları, osteoporoz ve kolon kanseri gibi hastalıklarına neden olabilir. 

Eğer vegan değilseniz, yani yumurta, süt ve ürünlerini tüketiyorsanız, gerek protein açısından gerekse diğer vitamin alımları açısından hiçbir sıkıntınız olmaz, aksine et tüketenlere göre çok daha sağlıklı bir beslenme şekliniz vardır. (Burada yine belirtmeden geçmeyeyim, veganları takdir ediyorum ve hayranlık duyuyorum ama kendi açımdan uygulayabileceğimi düşünmüyorum.) 


Protein et dışında nelerde var, bakalım. Hayvansal gruba bakalım önce. Yumurta, süt, yoğurt, peynir.

1 adet yumurtada 6,5 gr protein

1 su bardağı sütte 7 gr protein

1 kase yoğurtta 6 gr protein

100 gr lor peynirinde 14 gr protein bulunuyor.

Eğer hayvan yemek sizi de vicdanen rahatsız ettiği için vejetaryen olduysanız (sadece tadını sevmediği için olanlar da var), aldığınız yumurtanın, sütün de kaynaklarını araştırmanızı tavsiye ederim. Çünkü hayvanlara karşı acımasız davranan tek sektör et sektörü değil. Süt ve yumurta sektörü bu konuda çok  daha Hitlervari olabiliyor. 

Bir kişinin günlük alması gereken protein miktarı nedir peki? Dünya Sağlık Örgütüne göre minimum seviye kilo başına günlük 0,45 gr, maksimum seviye ise 0,80 gr, eğer ki kuvvet antrenmanı yapan bir sporcu iseniz ise bu oran kilo başına günlük 1-1,2 grama kadar çıkıyor. Yani kilonuz başına 0,45 - 0,80 arasında bir değerde protein alımı yeterli olacaktır. 

Kendi açımdan hesaplarsam: 49*0,65 = 31,85. Yani günlük yaklaşık olarak 32 gram protein almam gerekiyor. 

Geçelim bitkisel kaynaklı proteinlere. Ceviz, fındık, baklagiller, soya ürünleri, tahıllar.

Bazılarının değerlerini de vereyim:
1 Avuç kavrulmamış tuzsuz bademde 8,4 gr protein
1 avuç kavrulmamış Kajuda 7 gr protein
1 avuç fındıkta 5,4 gr protein


Şu ana kadar verdiklerimle hesaplarsam, günde 1 kase yoğurt, 1 yumurta, biraz peynir, 1 er avuç kuruyemiş yediğim zaman 39 gr. protein almış olurum ki bu benim vücudum için gerekli olan günlük 32 gr. proteinin bile üstünde. 

Yani herkesin gözünde büyüttüğü bir protein sorunu yok vejetaryen beslenmenin. İçiniz rahat olsun :) 

Kansız, işkencesiz tabaklarınız olsun efendim, saygılar.

Aha bi de çizelge vereyim : TIK 

14 Ağustos 2014 Perşembe

Keyifli iş günleri




İşyerimde o kadar mutlu mesut bir dönem geçiriyorum ki :) Büyük ve küçük patron izinde.(memuriyette patron denmez ama neyse) Büyük patronun olmaması zaten işleri büyük ölçüde sakinleştiriyor ama benim için asıl güzel ve paha biçilmez olan küçük patronun yokluğu - ki bunun güzelliği hiçbir şeye değişilmez. Çünkü işler ne kadar sakin olursa olsun, o sakinliği yaşayacak kafa dinginliği bırakmıyorsa birileri, tadını çıkaramıyorsunuz. Sürekli ama sürekli konuşan birisi olursa ve bu birisi müdürünüzse yapacak bir şey yok, dinleyeceksiniz, en azından dinliyor gibi yapacaksınız. 

Çok konuşan birileriyle zorunlu birliktelikler yaşamışsanız bilirsiniz, o ses beyinde bir süre sonra yıkıcı tahribatlara yol açıyor. Sürekli bir uğultu sesi, sinir bozukluğu, "bi kes sesini artık" diye bağırasın gelse de, kafa sallayıp dinleme modu. Benim için katlanılması en zor durumlardan biri çok konuşan biriyle geçirdiğim anlar. Ve şanssızlığıma tüküreyim, patronun çene kasları son derece gelişmiş. Memnuniyetsizliğimiz karşılıklıdır eminim, benim gibi sessiz, az konuşan, yalnızlıktan hoşlanan biriyle çalışıyor olmaktan o da keyif almıyordur. Ne yapalım, mecburiyet. 

Bu güzel dönem için son bir haftam. Sonra bitiyor izinleri dönüyor :) Şu anda o kadar sakin, sessiz, mesut günler yaşıyorum ki. Ders çalışmam için ortam mükemmel olsa da, ben blog okumayı tercih ediyorum. Sonradan yaşayacağım pişmanlığı bile bile, evet blog okuyorum.  Ama çok mutluyum be blog. İç huzurum nirvana yapmış durumda. Sessizlik = huzur. 

Sanırım gün içinde yaşadığım iç huzurun etkisiyle akşamları eve gittiğimde enerjik hissediyorum kendimi ve temizlik yapıyorum yarım saat kadar. Dün akşam balkonu yıkadım ve mutfak camlarını sildim mesela. Bugün başka bir odanın camını silmeyi düşünüyorum. İş yerinde mutlu olmak ne kadar güzel bir şeymiş. Sevdiği işi yapanları, yaptığı işle mutlu olanları bir kez daha kıskandım. 

12 Ağustos 2014 Salı

Sylvia (2003)

Sylvia Plath'ın "Sırça Fanus"unu okuduğumdan beri aklımdaydı izlemek. Bu hafta sonu izleyebildim. Sırça Fanus'u okuduğumda kafamda canlanan Sylvia, filmde izlediğim Sylvia değildi kesinlikle. Ama Gwyneth Paltrow'u severim. 

Film, Sylvia Plath biyografisi olmaktan çok, Ted Hughes'la evliliğini, yaşadığı sorunları anlatıyor. Herhangi bir olaya  ya da kişiye baktığınız nokta, o kişi ya da olay hakkındaki fikirlerinizi tamamen değiştirebilir. Filmin baktığı noktadan gördüğümüz Sylvia, hastalıklı derecede kıskanç bir eş, ilgisiz bir anne. 

Hayat hep kadınların üzerinde baskı kuruyor, sorumluluk yüklüyor, eziyor, istiyor, alıyor. Yaratıcılık ve zaman isteyen şairlik, ressamlık ya da hayatını tamamen adamanı isteyen bilim mesleklerinde kadınları görmek işte bu nedenle nadir rastlanır bir durum. Filmi izlerken düşündüğüm şey bu oldu. Eşi de bir şair olan Sylvia, evde iki küçük çocukla baş başa, onları susturmaya, evi toplamaya, yemek yapmaya çalışırken, şair Ted Hughes şiirsel çalışmalarına gayet rahat vakit ayırabiliyor. Kendisine hayran güzel kız öğrencilerine de oldukça ilgili olunca Sylvia iyice yitiriyor kendini. 


Yaşam kadınlara karşı daha acımasız, bu bir gerçek. Aslında yaşam mı acımasız yoksa  kurallar mı, toplum mu, gelenekler mi, tartışılır. Bu değiştirilmesi ağır kalıplara uyamayan kadınlar, farklı kadınlarsa, ya eziliyor, susuyor, kabulleniyor ya da isyan ediyor, zorluyor, değiştiriyor. Sylvia Plath, kalıplara uymayan bir kadındı. Henüz 30 yaşında ölümü seçti. 

Filme karşı çok acımasız eleştiriler yapılmış, bazı açıdan haklılar da. Ama yine de izlenmeli derim.   

Robin Williams


Kahkaha atarken bile hüznünü hissettiğim adam ölmüş, intihar etmiş. Gülüşündeki hüznü sevdiğim adam ölmüş. Ölü Ozanlar Derneği, Patch Adams, Can Dostum, Günaydın Vietnam, Aşkın Gücü vs.vs.. Hepsi bayıla bayıla izlediğim filmlerdi. Hiç tanımadığım birinin ölümüyle sanki hayatımın bir dönemi sona erdi. Ergenliğimin, geç çocukluğumun en güzel gülümsemesiydi onunki. Artık yok :(

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Seçim sonrası ruh sağlığını koruma tedbirleri




Ülkemin geleceği için endişelenmekten bıktım artık. Hiçbir siyasi karaktere karşı bu duyguları beslemedim ben, hatta hiçbir insana karşı. Sesini duymaya, yüzünü görmeye tahammül edemiyorum. Ciddi anlamda psikolojimi bozuyor. Dün seçim sonuçlarını izlerken tansiyonum çıktı. Öfke, çaresizlik, nefret, tiksinme, sinir derken kendi kendime sordum, senin kendini bu kadar yıpratman ne işe yarıyor? Bi taraflarını yırtsan da bir şeyleri değiştiremiyorsun işte. Bu toprakları paylaştığım halktan tiksinir hale geldim yeminle. Bu cahillikten, bu çıkarcılıktan, altında binbir türlü pisliğin döndüğü din sömürüsünden tiksiniyorum. Sonuçlar açıldıkça dedim ki, hak ediyor bu insanlar, başlarına ne gelirse de hak edecekler. Yanıbaşımızda kendi ülkemizin gelecek senaryosu oynanırken bile bu kadar kör kalabiliyorsa bu halk, hiç üzülmeyeceğim bir gün aynısı yaşanırsa. Diyorum ama ya bizler, ya bu ülkenin yarısı? Uçuruma bizi de çeken bu zavallı körlerden nefret ediyorum.  Nefretim kendime zarar veriyor ve bu durumu değiştirmem lazım. 

Bir karar aldım, uygulamayı başarırsam mutlu olacağım. Takmayacağım, izlemeyeceğim, görmeyeceğim. Kendimi yıpratmayacağım. Ben kendimi hırpalasam da bir şey olduğu yok zaten. Onlar ne yapıyor? Görmüyor, duymuyor, bilmiyor, sorgulamıyor, okumuyor, düşünmüyor. Son derece mutlu bir şekilde yaşıyorlar ve harala gürele bu ülkenin içine sıçıyorlar. Bazen o kadar istiyorum ki, keşke imkanım olsa da çekip gitsem bu ülkeden diyorum. Ne yaparlarsa yapsınlar, istedikleri belayı bulsunlar. Ama maalesef, ne yaşanacaksa bizler de yaşayacağız. 

Neyse, siyasi konuları bırakmaya karar verdim yani. Kendi sağlığım için görmemeye, duymamaya, konuşmamaya çalışacağım. 

Haftasonu 3 film izledim. Anlatacaktım aslında ama bloglara bakayım biraz dedim. Sonra Shingetsu'nun Pisili Dükkanı'nın şu yazısını okuyunca bütün hevesim ve isteğim kaçtı, canım sıkıldı. Sinirlendim, üzüldüm. Üzüm'e sarıldım, öptüm, kokladım, okşadım uzun uzun.  Ne yapacağım ben onu kaybettiğim zaman? Onsuzluğa nasıl alışılır? Evin içindeki boşluk nasıl doldurulur? Off, çok zor bir şey. 

Ders çalışmayı bıraktım, ne zamandır kitap açmıyorum. Ders çalışmadığım için iç huzursuzluğu da yaşamıyorum işin kötüsü. İyice bıraktım yani. Ama tarihi belli olmayan bir sınava çalışmak gerçekten çok zormuş. Konsantre olamıyorsun, motive olamıyorsun. Neyse bakalım, çalışacağız eninde sonunda.

8 Ağustos 2014 Cuma

Dolu


Dün evi su basmamış ama taş yağmış resmen. Uzun süren dolu yüzünden arabada göçükler oluşmuş. (Resim temsilidir. Bizimkinde bu kadar büyük hasar yok.) Sabah bi baktık millet arabasını inceliyor, bütün araçlarda göçükler oluşmuş, biraz baktım internette, vakumlama yöntemiyle düzeltiyorlarmış. Tamircilere gün doğdu :)

Bu ay her şey üst üste geldi ya. Eşimin memlekete gittik, geldik, arabanın vergisi, sigortası ve muayenesi, üstüne trafik cezası yedik. Bu arabanın yediğini ben yemiyorum ya ciddiyim. Kredi kartı ekstresine baktım, sırf arabanın masrafı. Çok büyük rahatlık oluyor da, çok ciddi de para yiyor şerefsiz icat. Hele ki dünyanın en pahalı benzininin olduğu memlekette yaşıyorsan  vay haline. 

Göz göre göre ölmek, pisi pisine ölmek gibi deyimler vardır ya, İzmir'de işte dün öyle bir ölüm gerçekleşmiş. 16 yaşında bir genç boğulmuş. Görüntüleri izleyince inanamadım, nasıl bir ölümdür bu. Hani hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyoruz ya, ölümleri, kötü haberleri, bizim başımıza hiç gelmeyecekmiş gibi izliyoruz ya. Ne kadar yanılıyoruz. 

7 Ağustos 2014 Perşembe

Ağustos yağmuru


Hava kapalı ve yağmur atıştırıyor hafiften. Biraz serinletsin ama şakır şakır da yağmasın mümkünse bu mevsimde. Tarlada, ağaçta ne varsa yazık  oluyor sonra. Dün manavda fiyatlara baktım da şöyle, barbunya, bamya, taze fasulye falan yaz sebzesi değil mi kardeşim. Ne olmuş onların fiyatlarına öyle ya. Kaç aydır pazara falan gitmediğimden hiç bilmiyordum bu durumu. Artık her şey hem pahalı hem de tatsız. Hormonlu, ilaçlı, tatsız, kokusuz, yapay. Mevsiminde bile güzel değil artık domates yaa, benim mi ağzımın tadı kaçtı yoksa. Ya da yaşlandım galiba, nerde o eski ..... lar deme vaktim geldiğinden belki sızlanmalarım. 

Yok be ya, yaşlanmadım ben. 33 yaş deyince şöyle bir irkiliyorum aslında. Orta yaş sayılıyor mu 33? Ceren'in şu yazısına göre ömrümün yaz aylarındayım; Haziran'da. Tam ortası yani. Seviyorum ben yaşamayı. Ama ölüme de uzak hissetmiyorum kendimi, korkmuyorum yani. En büyük korkum acı çekerek ölmek, muhtaç kalmak. Onu yaşamadığım sürece sorun yok, erken ölmüşüm, geç ölmüşüm. 

Ergen kızlar gibi yüzümde bir sürü sivilce çıktı son bir haftada. Hormonsal bir sorunum var sanırsam. Hiç bu hale gelmemişti suratım, ergenken bile. Kafana bir şey mi takıyorsun dedi eşim sabah. Kafama takmadığım şey mi var benim. Her şey kafamda takılı duruyor. Ekmek poşetlerini falan deli bağlar gibi bağlar hani bazı insanlar, düğüm atarlar. Sen de o düğümü açamayınca kesersin torbayı olur biter. İşte bunu uygulamak lazım kafada takılı sorunlara da belki. Çözemediğin düğümü kesip atacaksın. O düğüm olarak kalacak çöpün bi kenarında ama artık onu düşünmeyeceksin. 

Hayat seni kendi kalıplarına girmeye zorluyorsa ne kadar tatsız oluyor her şey değil mi? Önce bir şaşkınlık, sonra direnme, sonra umutsuzluk ve kabul ediş sürecinin bezginliği. İki gündür işlerin de bu aralar rahat olmasından yararlanarak bir blog arkadaşımın yazılarını okuyorum. 5 yıl öncesinden başladım önce. Sonra biraz baştan biraz sondan. Ne asi, ne marjinal insanları kalıplarına girmeye zorluyor hayat. Tamamen istediği gibi kalıplaşmasak da törpülemek zorunda kalıyoruz sivriliklerimizi. Hem törpülüyoruz hem de bir ömür içimizde taşıyoruz törpülenen kısmın dikenlerini. O yüzden mutsuzluğumuz, huzursuzluğumuz, hep bir şeyleri eksik hissetmemiz. 

Atıştıran yağmur resmen fırtınaya dönüştü. Ağustos ayında böyle bir hava hatırlamıyorum ben. Geçen de İstanbul'da hortum olmuş. Dünyanın anasını ağlatınca iklimlerde böyle sapıtır işte. Yatak odasının penceresini aralık bırakmıştım, evi su basarsa ya, püff.

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Son haberler


Tatil dönüşü Üzüm kız bize çok çok daha düşkün hale geldi. Nereye gitsem dibimde, sürekli bir sevdirme çabaları, kapıdan çıkarken yalvarmalar, hüzünlü bakışlar. Sanki aramızdaki bağ daha da güçlenmiş gibi :) 

Ablamla 3 gün feci geçmiş yine. Resmen canavara dönmüş yine Üzüm. Ablam içeri girdiğinde gayet iyiymiş, ne zaman mama ve suyunu koyup işini bitirse başlıyormuş hırlamaya, tırmalamaya. Yani "işin bitti, hadi artık git" diyor. O kadar üzülüyorum ki bu duruma, ama yapacak da başka bir şey yok. Yeğenimi kapıdan sokmamış bekçi köpekleri gibi. Kapıdan görünce başlamış tırmık atmaya. 

Benim güzel, masum kızım nasıl oluyor da bir canavara dönüşüyor anlamıyorum. Kameraya çekmişler inanmam diye. Gerçekten son derece gergin, stresli, hırlayan, gözlerinden ateş çıkan bir canavar gördüm :( Evde kesinlikle başka birilerini istemiyor, bunu da gayet net bir şekilde anlatıyor. 

Dün denizine gittik ablam, yeğenim ve eşimle. Sığacık Akkum'da Akkum Beach diye bir yer. Çok ama çok beğendim. Denizde en sevdiğim şey sırt üstü uzanmak, kendimi tamamen bırakıp, denizin o uğultulu sesini ve nefesimi dinlemek, dalgalarla -çok şiddetli olmadıkça tabi- inip kalkmak. O kadar rahatlatıyor ki beni. Canım çok sıkkın olduğunda, aklım karışık ya da yoğun olduğumda, çok huzurlu olduğum anları düşünmek çok iyi geliyor. İşte uzun bir süre aklıma getireceğim an denize kendimi bıraktığım o anlar olacak. 

Uzun süredir rüyalarımı hatırlamıyorum ama dün gece bir rüya gördüm ve çok net hatırlayarak uyandım. Dehşet içindeydim, çok etkilendim ve korktum. Hamileydim ve doğurmak üzereydim. Doğum sancısını çok net hissettiğimi hatırlıyorum. Yere çömeliyorum ve bir anda çocuk çıkıyor içimden. Çıkar çıkmaz da emeklemeye başlıyor. Çocuğun 3 gözü ve altışar ayak ve el parmağı var. Yaratık gibi bir şey, dehşete kapılıyorum. Hatırladığım son şey de intihar ettiğimdi :(

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...