23 Eylül 2015 Çarşamba

Senenin en nefret ettiğim günleri


Yaşadığım toplumda genel kabul gören ve yüzyıllardır sorgulanmadan uygulanan kurban "bayramı"na geldik yine. Her sene Çin'de düzenlenen köpek yeme festivali, Kanada'daki fok katliamı, Danimarka'daki geleneksel balina katliamı. Bunlar neyse benim için kurban da o. Bunu her sene yaşamaktan, görmekten nefret ediyorum. Bastırmak zorunda olduğum nefretimi, artık içime sığmayan tiksintimi haykırmak istiyorum. Geçen gün bir video izledim. Hacda kurban kesimi adı altında yaşananları. Hayvanları ayaktayken boğazlarına kesik atıp, birbirinin üzerine atıyorlar ve o hayvanlar birbirlerinin üzerinde çırpınarak, yavaş yavaş can veriyorlar. Birkaç günde milyonlarca hayvan katlediliyor. Ve bunu inanç uğruna yaptığını söyleyenler, buzluklarını etle tıka basa doldurup, ibadetlerini yapmanın huzuruyla mangallarını, kavurmalarını yiyorlar. Müslüman dünyanın kestiği kurbanlar gerçek amacı olan paylaşmak ve fakirleri doyurmak adına kullanılsaydı dünyadaki açlık sorununa bir nebze çözüm bulunabilirdi sanırım. Ama ne oluyor biliyor musun, kabede kesilen milyonlarca hayvan gömülüyor. Sonuç: ceplerini dolduran mutlu araplar, sevap kazandığını düşünen mutlu müslümanlar ve can çekişe çekişe ölen ve toprağa gömülen milyonlarca hayvan. 

İçimde yaşamak zorunda bırakıldığım bu hislere bu sene katlanmam daha kolay olacak çünkü evden çıkmayacağım. Görmek, duymak istemesem de, biliyorum ki milyonlarca hayvan yine bu geleneğe kurban gidecek. Birilerinin yüzüne gülerek bayramlarını kutlamak zorunda kalmayacağım için daha iyi hissediyorum kendimi en azından. Çünkü bu benim bayramım değil. Gün gelir de bir gün "önceden hayvan kesip adına bayram deniliyormuş" diye şaşıran insanlar olur mu acaba?

Beynini kullanmayan insanları kullanmanın en kolay yolu nedir biliyor musun; din. Hiç sorgulamayın olur mu? Yüzyıllardır süren geleneklerimizdir, inancımızdır deyip uygulayın. O yüzden bu haldeyiz biliyor musun? Davranışlarının nedenini bile bilmeyen, sorgulamayan, merak etmeyen, araştırmayan insanlar olduğumuz için böyleyiz. Onun için birbirimizi gebertip, en dindar benim kavgası yapıyoruz. Onun için milyonlarca insan vatansız bir şekilde heba oluyor. Onun için iç savaşta olan ülkende sokakta adam gırtlaklanırken bile sen çocuk doğuruyorsun. İşte onun için çocuklarımız kıyılara vuruyor. Sorgulamamaya devam edin olur mu? Düşünmemeye, araştırmamaya, okumamaya, görmemeye devam edin. 

Bayramın afiyet olsun.

22 Eylül 2015 Salı

Durum hala stabil

görsel şuradan

Bir ay olmuş yazmayalı. Yazmayı bırakınca dönmek daha zor oluyor. Zaman zaman yazmaya niyetlendim aslında, yazacak da çok şey oldu, ama hep niyette kaldı. Son yazdıklarımdan yola çıkarak neler olduğunu anlatmakla başlayayım. 

Üzüm misafirler gidince yemek yemeye başladı, hayvan resmen açlık orucuna başladı eve birileri geldiği için. Bir insanla bir kedinin beraber yaşadıkları için birbirlerine tıpatıp benzemeleri konulu araştırma yapmak isteyen varsa Üzüm ve beni ele alabilir. 

Daha önceki yazımda kullandığım görsel vardı ya, hani deli dehşet yıldızlı bir gökyüzü olan. Ve senelerdir görmediğim için sürekli içimde kanayan bir yara olan gökyüzü, işte sonunda öyle bir gökyüzü izledim. Oturduğumuz yerden 75 km. uzaklaşarak samanyolunu çıplak gözle bile görebildiğimiz bir yer bulduk. Sıradaki hedefim bir teleskop. Sanırım 15 sene önce arkadaşımızın yazlığında kalırken, sahilde sabahladığımız zamanlarda görmüştüm böyle bir gökyüzü. Dünyanın evrende bir toz zerresinden başka bir şey olmadığı düşüncesini yaşatıyor gökyüzünü izlemek. Yıldızların ve gezegenlerin yüzlerce ışık yılı öncesinden gelen ışıltılarını izlemek inanılmaz bir dinginlik yaşatıyor bana. "Ne kadar da küçüğüz" hissi. Başımızı kaldırıp göğe bakmak, doğayı izlemek... Bazen insanlığın bunu yapmadığı için bu halde olduğunu düşünüyorum. Kendini doğadan ayrı tutmaya çalıştıkça, kendini hakim ve üstün kılmaya çalıştıkça çamura saplanıyor insanlık. Beceremiyoruz, doğaya uyum sağlamayan tek tür olarak evrimin yüz karasıyız. Neyse, ne diyordum, bir sonraki hedefim bir uyku tulumu ve bir teleskop almak. Önümüzdeki yaza kalan güzel planlarım var.

İş ortamım huzursuzluk kaynağım olmaya devam ediyor. Mülakat tarihi hala belirsiz, düşmanlık, sinsilik, kuyu kazmaca son sürat devam ediyor. Bana en sıkıntı veren durumlardan birinin "belirsizlik" olduğuna karar verdim. Planım dahilinde olmayan, düzenimi bozan, ne zaman ve nasıl olacağını bilmediğim her durum tedirgin ediyor beni. Artık çok sıkıldım, kaç zamandır buraya gelip gelip sınavdan bahsetmekten feci şekilde sıkıldım. Sürekli kendimi ders çalışmam gerek diye kasmaktan, yapmak istediklerimi ertelemekten, iç huzuruyla bir şey yapamamaktan sıkıldım. Sadece sınav stresi değil aslında bu durum, amirimin değişmesi de beni fazlasıyla mutsuz ediyor. Zaman zaman ağlama krizlerine giriyorum. Güzel olan şeyler de yok değil aslında. Yeni iş arkadaşlarımdan biriyle gayet iyiyiz. Çok sevimli bir kız. Uzun zamandır iş ortamımda olmayan muhabbeti onunla kurdum. Hatta içip, ağlaşıp, dertleşmişliğimiz bile oldu. Bu benim için büyük bir şey, ciddiyim. Senelerdir eşim ve ablam dışında birisiyle diyaloğa girmişliğim bile yok benim. 

Mülakata hazırlanmak ne kadar zor ve sıkıcı bir şey. Genel kültür gibi sonsuz ve anlamsız bir kategori var önünde. Her şeyi kapsıyor. Eleme yapabilmek için üretilmiş bir kategori. İşim biraz şansa, çokça da onların vicdanlarına kalmış durumda. Mülakat konusunda deneyimli olanlar birkaç tüyo verirlerse ne güzel olur :) Küçük Joe, senin tavsiyen hala aklımda :D

Yarın yine yazmayı planlıyorum , görüşmek üzere blog.  

26 Ağustos 2015 Çarşamba

.


Kol gibi elektrik faturasının ardından (270 TL) nihayet havalar serinledi. En azından geceleri esiyor. Klimalı gecelere kesin bir nokta koyduk faturadan sonra. Püfür püfür eserken pikeye sarınıp uyumak ne kadar güzel bir şey değil mi? 

Geçen hafta ilk kez evi temizlemesi için birini tuttuk. Kadın bizim 4 günde yapacağımız temizliği bir günde tek başına hallediverdi. Camların silinmesi evde devrim niteliğinde değişikliğe neden oldu. Gün ışığından faydalanamıyormuşuz meğer :P Ayıplarsanız ayıplayın kardeş, cam silmek kadar gıcık olduğum bir iş yok. Vereceğimiz paraya üzüleceğimi düşünüyordum ama değdi be :) Böyle derin bir temizlik ne için yapılır? Tabi ki kırmızı takımdan misafirler geliyorsa yapılır :) Kayınvalidem, eşimin teyzesi ve ailesi geldiler.  Üzüm yine atarlandı tabi, özellikle çocuklara. Bıraksak yiyecek çocukları ya, o denli sinir oluyor. Bize gelen çocukların ilerde kedi düşmanı olmalarından endişeleniyorum. 3 gündür mama yemiyor Üzüm. Kalabalıktan dolayı mı trip atıyor, sıcaklardan mı yemiyor, hasta mı anlamadım. Hasta değil, öyle halsiz falan da değil. Yaş mama yedi sadece. Ben sürekli yaş mama yememesi için vermiyorum, o da kuru mama yememek için direniyor, bakalım ne olacak. Eşime göre, açlıktan ölse de inadını sürdürür. Kime çektiyse :P

Günlük Ritüeller diye bir kitap okuyorum. Tarihe adını kazımış yazarların, müzisyenlerin günlük hayatlarını, çalışma düzenlerini anlatan bir kitap. Şimdiye kadar okuduklarım içinde beni şaşırtan ortak noktaları, erken yatmaları. Tam tersini düşünmüştüm ama insanlar saat 9-10 gibi yatıyor, sabah gün doğmadan kalkıyorlarmış. Ve ciddi derecede katı çalışma programı olanlar var. Yazacağı saatler, okuyacağı saatler, misafir kabul edeceği saatler, hatta çay içeceği saatleri bile plan dahilinde. Çalışma disiplini budur işte. Ben de her şey kafada kalıyor, uygulamaya gelince kesinlikle tembelin tekiyim. Ama çok güzel plan yaparım :) Uygulanmayan planlara hayıflanırım sonra da. 

Cosmos'u izlemelisin. İzlerken büyüleniyorum. Gökyüzü, yıldızlar, evren, galaksiler... Düşünmesi bile beni büyülüyor. İzlerken en çok koyan şeylerden biri ne oldu biliyor musun? Halley kuyruklu yıldızı 1986 da görünmüş, ben 5 yaşındayken. Ve bir daha 2061 yılında görülecek :( Ve ben büyük büyük büyük ihtimal göremeyeceğim :( Ne büyük bir görsel şölen olurdu be.

18 Ağustos 2015 Salı

Gelgit



Bezginim. Parçalı bulutlu, bir açılıp bir kapanan havada, beton rengine bürünmüş dalgalı bir deniz gibiyim. 

Çalıştığım ortam, insanlara karşı sevgisizliğimi günbegün artırıyor. Bazen düşünüyorum da, internet olmasa, blog olmasa ve kitaplar olmasa, kendimin bu dünyada türünün tek örneği olduğunu düşüneceğim. İyi ki kitaplar var, iyi ki okuduğum zaman benim gibi düşündüğünü gördüğüm ve yalnız değilmişim hissini yaşadığım insanlar var. Küçük Joe'nun yazısını okuyunca tanım olarak daha da netleşen azınlığın azınlığı olma durumunu yaşayan bir tek ben değilim. Her ne kadar yalnızlığı seviyorum desem de, insanların tümünün etrafımdaki tipler gibi olmaması, tanıdık hisler ve düşünceleri olan insanların var olduğunu bilmek güzel bir duygu. Bir gün çoğunluk olabileceğimize ilişkin umudun var mı? Benim yok. 

Neden artık buraya yazarken bu kadar zorlanıyorum? Ve kitap okurken de zorlanıyorum. Ve zamanımı değerlendirmeye çalışırken ve hiçbir şey  yapmadan akan zamanın ardından bakarken de. Kafamda sürekli uçuşan düşünceler ve hiçbirine odaklanamıyorum. Satırları geçerken bir de bakmışım başka yerlerde aklım, dön başa, dön başa... Aynı sebeple mülakat için de çalışamıyorum. Ne düşünüyorum, o da net değil. Sadece isteksizlik ve bezginlik hali. 

Şımarıkça bir mutsuzluk bu değil mi? Sağlığım yerinde, ailemin de sağlığı yerinde. İşimiz gücümüz, başımızı sokacak evimiz, dilediğimiz şeyi yiyebilecek paramız var. Peki mutsuzluğun sebebi ne? Doyumsuz ve şımarık bir ruh mu? Böyle düşününce kendime de kızıyorum zaman zaman. "Ergen triplerine başladın yine" diyorum. Sonra düşünüyorum yaşam işe gidip gelmek, yemek yemek, uyumak ve tekrar aynılarını yapmak mı?  Bir kızıyorum, bir hak veriyorum kendime.

Kaç yıldır yıldızlı bir gökyüzü bile görmedim.

7 Ağustos 2015 Cuma

Gidişat

Selam blog, 
Aslında bu aralar buraya yazmak için o kadar müsait bir durumdayım ki... Ama öyle bir gidişat var ki ülkede, insan mutlu olduğunda, tatil yaptığında, keyifli olduğunda utanır hale geliyor. Diğer taraftan da şöyle düşünüyorum; bunları yaşayacağımız belli değil miydi? Üzülmemek mümkün değil ancak şunu anladım ki, değiştiremeyeceğim şeyler için kendini paralamak hiçbir işe yaramıyor. Azıcık mutluluğumu değiştiremeyeceğin şeyler için harcamak, kısacık insan hayatı için çok lüks. O yüzden bir süredir kendimde yaratmayı becerdiğim bu değişiklikten memnun olmadığımı söyleyemem. Görme, duyma, mümkün olduğunca uzak dur. Televizyon izlemiyorum ne zamandır. Bazı yüzleri görmeye tahammülümü çoktan yitirdim çünkü.  Kendi küçük dünyamın küçük mutluluklarıyla ve küçük sorunlarıyla baş başayım. Ve hayat amacım bu ufak mutlulukları artırmak. 

Azıcık paramız vardı biriktirdiğimiz. Onunla bir tatil yapalım dedik. 2 güncük gittik dinlendik Kuşadasında. Gayet keyifliydi ama çok kısaydı ve her keyifli şey gibi bu tatil de çok hızlı geçti.

Mülakat tarihinden hala haber yok, sınava ilişkin itirazların değerlendirilmesiyle küsüratlı olan puanlar yuvarlandı ve puanım 98 olmuş oldu. Etrafımdaki nefret çemberinde bir değişiklik yok, aynı şekilde gıcıklar bana. Bu durum bende moral bozukluğu ya da hayal kırıklığı yarattı mı dersen, kesinlikle hayır. Çünkü insanlara karşı umudumu, sevgimi ve güvenimi yitireli uzun zaman oluyor. Kimseden, hele hele iş ortamındaki bu tiplerden en ufak bir beklentim yok, aksine böyle bir durumda takdir beklemek hata olurdu. 

İki kitap okudum, onlardan hiç bahsetmedim burada. Biri Cesur Yeni Dünya, diğeri Fi. Bir daha ki sefere kısacık not düşeyim onlar hakkında da. Bu sene kitap konusunda çok ama çok başarısız kaldım. Ama geçerli sebeplerim var yani, değil mi :) Önceki gibi yazmıyorum da, her şeyi askıya alma gibi bir durum var aslında hayatımda. Şu sınav bir geçsin diye diye sınavı bitirdim, şimdi mülakat. 

Bahçemizdeki minikler büyüyorlar, çok ama çok sevimliler ve tahmin ettiğim gibi site sakinlerinden şikayetler artmaya başlamış. Şuncağızlardan ne zarar gelir allasen yaa... 





23 Temmuz 2015 Perşembe

Yuppiii


Görsel buradan
Dün akşamdan beri öyle bir tatmin duygusu yaşıyorum ki anlatamam. Sınav sonuçları ve itiraz sonuçları açıklandı: 97,917 puanla birinciyim. Hatta İzmir birincisi ve şimdilik öğrendiğim 9 ilde de birinciyim. Hedeflediğimi başarmanın mutluluğunu yaşıyorum. Şimdi sıra mülakatta. Tarih belirlenmedi ama çalışmaya başladım. Eski adıyla torpil, yeni adıyla referans arayışlarına giren rakiplerim var. Yolları açık olsun demeyeceğim. Hak yiyenin boğazında kalır umarım. 

İş yerime geldiğimden beri insanların bakışlarından da anladığım şey şu: zaten bana gıcık oluyorlardı, daha da gıcığım şu anda. Rakiplerimden bir tanesi dışında hiçbiri tebrik etmedi bile. Mülakata kadar kuyusu en derin kazılacak insan rekorunu kıracağım kesin. Kendimi düşünüyorum da, ben olsam birinci olan rakibimi gider tebrik ederdim hiç gocunmadan. Rakiplerim neyse ne, onların diş bilemesini anlıyorum da, rakibim olmadığı halde fesatlık edenlere anlam veremiyorum. 

Her geçen gün insanlardan tiksinmekte ne kadar haklı gerekçelerim oluyor bir bilsen. İfadelerinde gizleyemedikleri sinsilik, yapmacık sırıtışlar, zoraki söylenen kelimeler... Diyorum bir dağ başına gitsem yerleşsem, özler miyim acaba insanları? 


12 Temmuz 2015 Pazar

Başlık ne tuhaf bir kelime :)

Bugüne kadar hiçbir yabancı diziyi izlemedim desem siz de şaşırır mısınız bilmiyorum ama yeni çalışma arkadaşıma söylediğimde uzaylı görmüş gibi baktı bana :) Onun da tavsiyesiyle bir diziye başladım: Big Bang Theory. Çok eğlenceliymiş. Sevdim. Yatıp kalkıp onu izliyorum bu aralar. 

Üzüm kızla baş başayız evde. Bol dizi, biraz kitap, bir film, biraz ev işi bitirdik hafta sonunu. Perşembe bayram için yolculuk var. Ablama yedek anahtarı verdik ama ona da kıyamıyorum, çünkü iyice korkuttu bizimki onu. 3 gün idare eder gelme istersen dedim ama bir kez uğrayacak sanırım. 

İş ortamımdaki büyük değişikliğe alışmaya çalışıyorum ama pek kolay olduğunu söyleyemem. Yeni arkadaşlar da eklendi, komple değişti ortam. Şirin mi şirin bir kız geldi, insanları kolay kolay sevmem bilirsin, ama kanım kaynadı bu kıza. İyi anlaşıyoruz şimdilik. 

Spor yapmak istiyorum ama çok üşeniyorum. Sabah erken kalktım bugün, yürüyüşe gitmeyi düşündüm bir an. Bir andı işte sadece, sonra üşendim ve vazgeçtim. Kahvaltı yapıp, tembel tembel dizi izlemek daha keyifli geldi. 

Sitenin bahçesinde uzun zamandır beslenen, mıncırılmaktan jöle kıvamı almış kedimiz doğurdu. 4 tane yavrumuz var. Komşu çocukları her akşam mama istemek için kapımızı çalıyorlar uzun zamandır.  Bize yansıtılan bir şikayet olmadı ama bu doğumdan sonra olacak gibime geliyor. "Site içerisinde sokak hayvanlarını beslemeyiniz" gibi bir uyarı yazısı bekliyorum en azından. Hadi hijyenik, titiz ve vicdanlı site sakinleri, beni utandırın lütfen :)

7 Temmuz 2015 Salı

"Bu Su" ve "Hayvanlar Üzerine"

"Ders çalışmam lazım" diye beynimi kemiren bir arka plan düşüncesi olmadan keyif yapabilmek ne kadar güzel bir şeymiş. Haftasonu yaşadığım kafa rahatlığını tarif edebilmem çok zor. Kitap da okumaya başladım, çok mutluyum :) Bayrama kadar kendime izin verdim, sonra yine çalışmaya başlayacağım :( Bu defa mülakat için. Öfff ya bitsin bu çile artık. 

Doğal olarak ortamda dolaşan dedikodunun haddi hesabı yok şu anda. İğrenç bir iş ortamı :( O müdür olur, o olamaz, onun torpili var, onun yüzde yüz olur, o düşük almış, o bilmem ne olmuş vs..vs.. Mümkün olduğunca uzak tutmaya çalışıyorum kendimi bu dedikodulardan. Çok da zor olmuyor, zira asosyal bir insan olarak görüştüğüm yok kimseciklerle. İşte arada lafladığım birkaç kişiden arada sırada duyduklarım da midemi bulandırmaya yetiyor.

Neyse, unutalım bu çirkinlikleri. Sana çok güzel bir kitaptan bahsetmek için geldim. Kitap da diyemiyorum aslında buna. Her sayfada bir iki cümlenin yazılı olduğu 141 sayfalık minik bir kitapçık: Bu Su. Kitabın başında minicik bir hikaye var;

"İki genç balık beraberce suda yüzüyormuş. Karşıdan gelen yaşlıca bir balığa rastlamışlar; yaşlıca balık onlara bir baş selamı vererek şöyle demiş: "Günaydın çocuklar. Su nasıl?" Genç balıklar yüzmeye devam etmiş ama bir süre sonra biri diğerine dönüp sormuş: "Su da neyin nesi?"

Hayatın olağan akışında farkına varamadığımız, aslında hayati önem taşıyan ama sıradan sayıp kıymetini bilemediğimiz öyle çok şey var ki. Yazar bunun için kendimize sürekli şunu hatırlatmamız gerek diyor: Bu su, bu su...

İş dönüşü serviste 15 dakikada bitirdiğim bu minicik kitaba bayıldım ben. Yazarın 2005 yılında bir okulun mezuniyet töreninde yaptığı konuşmaymış aslında bu metin. 2008 yılında kendini asarak son vermiş yaşamına. Bu kadar kısa fakat etkileyici bir şey okumamıştım uzun zamandır. Bence siz de en kısa zamanda okumalısınız.

Diğer kitap Elias Canetti'nin "Hayvanlar Üzerine" isimli kitabı. Açıkçası beğenmedim diyebilirim ama yazarın hayvanlar adına yaşadığı hassasiyet konusunda kendimden çok şey buldum. Bu da alıntısı :
"Hayvanların, sabırlı hayvanların, ineklerin, koyunların, elimize verilmiş ve elimizden kurtulamayacak bütün hayvanların bize asla baş kaldırmayacak olması beni incitiyor.
İsyanın, bir mezbahada nasıl patlak verdiğini ve oradan nasıl bir şehrin tamamına yayıldığını; erkeklerin, kadınların, çocukların ve yaşlıların nasıl acımasızca ölümüne çiğnendiğini; hayvanların nasıl sokakları ve taşıtları ele geçirdiğini, kapıları kırıp nasıl öfkeyle binaların en üst katlarına kadar koştuklarını, nasıl metro vagonlarının binlerce gözü dönmüş öküzlerin ayakları altında ezildiğini ve koyunların birden sivri dişlerle bizi  parçaladıklarını kafamda kuruyorum.
Boğa güreşçisi denen kahramanları ve kana susamış arenanın tamamını perişan halde kaçmaya zorlayacak tek bir boğa da içimin ferahlaması için yeterdi. Ama daha değersiz, uysal kurbanların, koyunların, ineklerin taarruzunu tercih ederim. Bunun asla olamayacağını, onların, tam da onların önünde asla titremeyeceğimizi kabullenmek istemiyorum."

5 Temmuz 2015 Pazar

Creation (2009)



Sınav stresinden arınmış ilk hafta sonumda en çok özlediğim şeylerden birini büyük keyifle yaptım: film izledim :) Cumartesi günü Paralel Evren isimli bir filmi izledim ama bu konuda yapılmış filmlere kıyasla çok sönük kalan bir filmdi, pek beğendiğimi söylemeyeceğim. Bugün de Creation'ı izledim. Charles Darwin'in "Türlerin Kökeni"ni yazarken yaşadığı süreci anlatan, evrim teorisinden çok Darwin'in aile yaşamına, kişisel çatışmalarına, psikolojisine ilişkin bir filmdi. 

Evrim teorisi kadar, bilineni temelinden sarsan bir teori daha var mıdır, bence bunun kadar sarsıcı olanı yoktur. Darwin, araştırmalarını bir yandan ilerletirken, diğer yandan ortaya çıkan sonuçlarla kendi teorisinden korkar hale gelmiş, çünkü bu teori tüm bilinenleri, tüm kabul edilmişleri yerle bir ediyordu. Filmde Thomas Huxley'in Darwin'e dediği gibi: Darwin, tanrıyı öldürmüştü bu teoriyle. Yıllarca süren çalışmalarını uzun süre saklı tutan Darwin, sonunda Türlerin Kökeni'ni yayınlama kararı alır. Ondan ölesiye nefret eden milyonlarca insan olmasına rağmen, kimsenin inkar edemeyeceği bir gerçek var ki, o da Darwin'in, gelmiş geçmiş en devrimci bilim adamı olduğudur. 

Kuzeni Emma'yla evli olan Darwin'in 10 yaşındaki kızı Annie'nin ölümüyle sarsıldığını, tüm yaşamı boyunca bunun etkisinde kaldığını, kendini suçlu hissettiğini görüyoruz. Belgesel tadında bir film olacağını umuyordum ama kesinlikle öyle değildi. Oyunculuklar, müzikler, kostümler mükemmeldi. (Ceren'e tavsiye: çok ön planda olmasa da Benedict'te oynuyor filmde.)

Benim en çok  takıldığım nokta filmin adı oldu. Ne amaçla Darwin ve evrim teorisiyle ilgili bir filme böylesine zıt bir isim verildi acaba? 

Sonuç: Çok beğendim, tavsiye de ederim, bu tür film tavsiyesi olan varsa da sevinirim.

3 Temmuz 2015 Cuma

İşler, güçler...


Sınava hazırlık sürecimde çok kötü bir şey oldu, beraber çalışmaktan büyük keyif aldığım, benim için çok değerli bir insan olan amirimin görev yeri değiştirildi. Onun da dediği gibi bu işte devamlılık esastır ama o kadar büyük bir boşluk bıraktı ki arkasında. Severek iş yapmamı sağlayan, güleryüzlü, adil, dürüst, çalışkan başkanım yok artık. O yüzden keyifsiz şu anda iş ortamı. Keyifsiz ve sıkıcı. Yapılan atama normal bir atama olsa canım bu denli yanmayacak ama teamüle aykırı bir şekilde cezalandırır gibi bir atama yapıldı. Bu denli çalışkan, dürüst ve adil bir insana yapılan bu yanlış çok can sıkıcı. 

Şimdi hem yeni amirim hem bizim açımızdan bir alışma süreci var. Aslında sonumuz da nasıl olur bilemiyorum pek, bir güven sorunu yaşıyor gibi görünüyor. Belki benim de yerim değişir, belirsizlik var. İçim sıkılıyor. 

Özel sektörde hiç çalışmadım, o yüzden buradan bir farkı var mıdır bilmiyorum. Çalıştığım kurumdaki dedikodudan, insanların sürekli birbirinin kuyusunu kazmasından, arkasından konuşmasından, bu ikiyüzlülük ve sinsilikten çok tiksiniyorum. Tahminimce devlet kurumlarına özel bir durum değildir bu. İnsanın olduğu her türlü ortamda yaşanan normal bir durum. Normal olan  her şey neden bana bu kadar zor geliyor?

2 Temmuz 2015 Perşembe

Hayata dönüş


Sanki yıllar süren bir uykudan kalkmış gibiyim. O kadar tuhaf hissediyorum ki sınavdan çıktığımdan beri kendimi. İki yıldır bu sınav için sakladığım  tüm yıllık iznimi kullanmak üzere Mayıs ayının 19'unda iş yerimden ayrıldım. Sınav tarihi olan 28 Haziran'a kadar kitap odamdaki masanın başından uyumak ve yemek yemek dışında hiç kalkmadım. Abartmıyorum bak, gerçekten böyle çalıştım, 1,5 ay gibi bir zamanım saksıdaki bir bitki gibi geçti. Son zamanlarda o kadar bunaldım ki, durduk yere ağlıyordum, kitap okurken ve soru çözerken midem bulanıyordu. Gerçekten çok bunaltıcı bir dönemi atlattım. Kendi kendimi sürekli telkin etsem de, geçici bir süre, sık dişini desem de psikolojim kaldırmıyordu artık. 

Sınav sürecinde en büyük desteğim kesinlikle yine eşimdi. Canım kocam benim, her şeye koşturdu, elinden gelenin fazlasını yaptı. Moral konusunda da beni motive eden, bunaldığımda da güç veren oydu. Ve bir de Üzüm var tabi :) Ben çalışırken sürekli masada kağıtlarımın üzerine oturuyordu, sonunda minderini masanın köşesine yerleştirdim. O da 1,5 ay boyunca benimle masadaydı. Dersten ara verip soluklanmak istediğimde onu izledim, rüya görürken verdiği tepkileri izledim, nefes alıp verişini izleyerek sakinleştim, göbişini mıncırdım, gıdısını kokladım rahatladım. İyi ki varlar. 

İşte demir attığım mekan.

Bu süreçte yüzlerce sayfa kanun maddesini onlarca kez okudum. Binlerce soru çözdüm. Mideme kramplar girdiği zamanlarda, sınava giren rakiplerimin adlarını sıraladığım listeye baktım uzun uzun, onların nasıl çalıştığını düşündüm, kendi kendimi gaza getirdim. Küçük Joe'nun tavsiyesine uydum sık sık, her gün sınav sonuçlarının açıklandığı günü hayal ettim, 100 aldığımı düşündüm. Hatta abarttım biraz, bir tek ben 100 almalıyım, birinci olmalıyım, diğerlerine fark atmalıyım şeklinde çeşitlendirdim hayalimi. 

Sınav için gittiğimizde Ankara'da kalınabilecek en kötü yerlerden birinde kaldık belki de. Nedenini ne sen sor, ne ben söyleyeyim. Kısaca arkadaş kurbanı olduk diyelim. Yağmurlu Anıtkabir ziyaretimiz sınavdan 1 gün önceydi, stres tavan yapmıştı, hava kasvetliydi ve Anıtkabirin duygusal yoğunluğunda bol bol ağladım, içimi döktüm. Uykusuz gecenin sabahında da sınava girdim. Çok heyecanlandım, sınav kitapçığını kontrol etmemiz söylendiğinde ellerim titreye titreye sayfaları çevirdim. Sorular kolaydı ama konumuz dışında birkaç soru vardı.

Soru ve cevaplar iki gün önce açıklandı, 95 doğrum var. Sınav sorularına olan itiraz sürecinin tamamlanmasından sonra kesin sonuçlar 22 Temmuz'da açıklanacak, benim de yanlış yaptığım 2 sorunun kesin iptal olacağına dair inancım var, onları da ilave edersek 97 netle bu işi kapatırım. Şimdi önemli olan diğerlerinin ne yaptığı. Millet çok acayip, söylemiyorlar anacım kaç doğruları olduğunu, hayır yani saklasan ne olacak onu anlamadım, eninde sonunda belli olacak. Ama şu ana kadar aldığım duyumlar en iyi puanın benim olacağı yönünde. 

Ben istediğimi başardım, yapmam gerekeni yaptım, elimden gelenin fazlasını yaptım. Yani işin bana düşen kısmını başarıyla sonuçlandırdığıma inanıyorum. Şimdi iş mülakatta. Mülakatın ülkemizde ne amaçla ve ne şekilde yapıldığını bilmeyen yok sanırım. Emeklerim harcanırsa, hakkım olan şey elimden alınıp başkasına verilirse kahrolacağım orası kesin ama en azından şunu söyleyebiliyorum artık; ben bana düşeni yaptım. Ben bu işi hak ettim. Gerisi onların adaletine, vicdanına kalmış. 

Sanki buraya da yıllardır yazmıyor gibi zorlanıyorum şu an. Aslında daha anlatmak istediğim çok şey var, onlar da başka zamana kalsın. Görüşeceğiz artık, döndüm ben :)

9 Mayıs 2015 Cumartesi

Beklenen...

Sonunda beklenen ilan verildi, söylentiler doğrulandı. 28 Haziran sınav günüm. Kendimi bu sınavdan başka hiçbir şeye odaklamamak üzere, başlangıç yapmış durumdayım. 10 gün kadar sonra da yıllık iznimin tümünü alarak evde kampa gireceğim. 

İlanda belirlenen sınav kapsamı olsun, yükselmeye verilen kadro sayısı olsun son derece memnun edici. En azından beklentilerimin üzerinde bir sayı. O nedenle şu aşamada tek amacım, bu sınavın yazılı kısmında tastamam bir 100 puan alabilmek. Sözlü kısmına elim güçlü girebilmek için bu şart. 

Kaçtım şimdilik...

6 Mayıs 2015 Çarşamba

Leman Sam ve şişelere sokulan papağanlar hakkında.




Gün geçmiyor ki, hayvanlara eziyetle ilgili bir haber okumayayım. O kadar çok şey izledim, o kadar kaldırmıyor ki artık yüreğim, beynim... Leman Sam'ın Ayşe Arman'la yaptığı söyleyişi okudum geçen gün. (buradan okuyabilirsin) Kendi sözlerimmiş gibi, benim ağzımdan çıkan kelimelermiş gibi... Söyleşinin bir yerinde "açık bir yara gibi yaşıyorum ben" diyor Leman Sam. Bu konuda hissettiğim duygunun kelimelere dökülmüş hali tam olarak bu işte. Sürekli sızlayan, kanayan, kabuk tut(a)mayan bir yara gibi. Gece yatağa girdiğimde geliyor bazen hayvanlara yaşattıklarımız, uyuyamıyorum. Çektiği acıları içimde hissetmekten, çığlıklarını duymaktan kurtulamıyorum. Bu öyle bir şey ki, bu acıya gözlerini kapatanlar, görmeyenler ve duymayanlar, biz gibi insanları küçümsemeyi, dile getirmeye çalıştığımız acıları, ağızlarındaki yamuk sırıtışla sanki komik bir şeymiş gibi karşılamayı çok seviyorlar. Öyle insanlarla karşılaştığımda, ağızlarının ortasına bir yumruk geçirmemek için zor tutuyorum kendimi. Çok mu komik başka canlıların acıları için üzülüyor olmak, çok mu hoşuna gidiyor masum canlıların senin bir öğünün için, ayakkabın için, kıyafetin için, kullandığın rujun, temizlik malzemen için, senin eğlenmen için, çırpına çırpına can veriyor olması, demek istiyorum. İçimdeki bütün kini o gevrek gevrek sırıtarak "yaaaee sen de çok hassassın" diyen tipe kusmak istiyorum. Aslında böyle tiplere verecek öyle güzel cevaplarım var ki, öyle bir göt eder oturturum ki... Ama işte, bulunduğun ortam müsait olmuyor, durum uygun kaçmıyor, olmuyor da olmuyor, onlar seni küçümsediğiyle kalıyor, sen boktan şeylere kafayı takan üfürükten entel olarak kalıyorsun.



Görmek istemediğiniz şeylere bakmamaya devam ettikçe onlar yaşanmaya devam edecek. "Ay içim almaz benim öyle şeyleri izlemeyi" diyenlere sormak istiyorum, içinizin almadığı şeylere ortak olmak hiç mi vicdanınızı sızlatmıyor, bakmak dahi istemediğiniz acıların sebebi olduğunuz için hiç mi tadınız kaçmıyor? 

Bugün de pet şişelere sokuşturulmuş papağanları gördüm, içim sızladı yine. (Haberi burada) Leman Sam'ın da dediği gibi, ben de insanı eşrefi beşer olarak görmüyorum. Bütün canlılar gibi insanlar da yaşama tutunma adına bu gezegende varlık gösteriyor, bütün canlıların yaşama istekleri vardır, bütün canlılar hissediyor, sinir sistemi olan tüm canlılar acı çekiyor, ne onlar bizim için, ne biz onlar için var edildik. Kendi türünü üstün gören bu zihniyetten nefret ediyorum. Senin yaşama hakkın olduğu kadar o kedinin, o köpeğin, kuşun, böceğin, ineğin, filin de yaşama hakkı var ve hiçbir güç onun yaşam hakkının sonlandırılmasını senin benim keyfime bağlayamaz. Bağlayamamalı. 

Leman Sam'ın nefretini, hissettiklerini, içindeki adalet duygusunun bu şekildeki yansımasını sonuna kadar anlıyorum. Bazen insanların başına gelen şeyler zerre kadar acıtmıyor içimi, hatta izlediğim bazı görüntülerdeki insanlara, hayvanlara yaptığı işkencenin aynısını kılım kıpırdamadan yapabileceğimi düşünüyorum. Toplumumuzun en iğrenç şiddet olaylarına gözlerini yumarken,  karıncayı incitmekten korkan insanları düşüncelerinden dolayı linç etmeleri artık beni şaşırtmıyor. Aslında bu ülkede beni hiçbir şey şaşırtmıyor artık. Tımarhane gibi oldu ülke anasını satayım. Umudum da kalmadı bir şeylerin değişeceğine ilişkin. Neyi desteklediğini bile bilmeden destekleyen, neye inandığını bile bilmeden inanan milyonlar, bizi de beraberlerinde sürüklüyor işte karanlığın dibine dibine. Kendi başıma gelecek bile olsa, gelecekte yaşanacaklara dair tahminlerim beni endişelendirmekten çok kayıtsız bir umursamazlığa büründürüyor. 

Amaaan, içimdeki içime sığmaz olunca gelip gelip yazarım işte buraya. 

2 Mayıs 2015 Cumartesi

34


Doğumgünüm. 34 oldum. Google bana doodle yapmış, sağolsun :) 
Eşim akşam çıkalım gezelim, nereye gitmek istersin dedi. Uzun zamandır görmeye hasret olduğum bir manzara var, şehir ışıklarından uzakta, berrak bir gökyüzü görmek istiyorum. Yıldızları izleyebileceğim bir gökyüzü görmek istiyorum. Bakalım, yıldızları görebilmek için kaç kilometre yol yapmamız gerekecek. 
Bu da eşimin sabah sürprizi :) İyi ki varsın, biliyorsun değil mi? 



28 Nisan 2015 Salı

Yine sıkıcı ders muhabbeti...


Çok boşladım yine blog seni. Ama inan hep aklımdasın. Gerçi bu aralar aklım epeyce karışık. Sevgili Jardzy, Üzümün anası buralarda ama kafa yoğun, sen ne güzel geziyorsun. 

Misafirlerimiz de vardı biliyorsun. Üzüm için sıkıntılı günler yaşadık. Üzüm gerçekten çok farklı bir kedi. Kedi gibi değil. Hiç kimseyi istemiyor bizden başka. Sessiz, sakin eve alışmış, çığlık atan bir çocuk görünce tepkisi baya bi sert oldu. Kulaklar geri yattı, sırtındaki tüyler diken diken oldu, sonra auuuuu diye bir ses çıkarıp çocuğa saldırdı. Elinden zor aldık desek yalan değil valla. Evin ona ayrılmış odasından sadece ben evdeyken çıktı. Ona doğru yaklaşıldığı anda saldırı moduna geçti. Zor bir kedi yani. Aslında çok şaşırıyorum Üzüme. Bir insanla bir hayvanın karakteri bu kadar mı benzer, Üzüm'ün davranışlarına baktıkça kendimi görüyorum. Çok acayip bir his bu. Sessizliği, az insanı, düzeni seviyor, kalabalıkta ve düzeninin bozulduğu her an çok sinirli. İstediği an istediği kadar sevilecek, ne eksik ne fazla. Eksiğe de fazlaya da sinirleniyor. Karşısındakinin aklını okuyor sanki, seviyor mu sevmiyor mu, korkuyor mu hepsini anlıyor ve ona göre davranıyor. En önemli benzerliklerden biri de çocukları sevmiyor(uz) :) Düşünüyorum da, ben sonradan mı böyle oldum acaba diye, hayır ben kendim çocukken de çocukları sevmezdim aslında :D Yaa, olur mu hiç, büyüyünce değişirsin, hormonlar falan filan diyenlere sesleniyorum, hala sevmiyorum çocukları. Çocukları sevmiyor oluşum aslında gürültüye ve sürekli harekete tahammül edemiyor olmamdan kaynaklı sanırım. Dinginliği seviyorum ben. Fazla hareketli ve yorucu bana göre çocuklar ve onlarla geçirilen zaman.

Biraz gürültü ve hareketten başka aslında benim açımdan pek bir değişiklik olmadı ama eşimin ailesi ve eşim için keyifli zamanlardı. Her gün bir yerlere gittiler, çocuklar çok mutlu oldu, onlar için değişiklik oldu. 

Ders çalışıyorum deliler gibi, çılgınlar gibi. Haziran sonu diyorlar sınav için ama hala ilan edilmedi. Rekabet kızıştı, millet kursa falan yazıldı. Ben gerek görmedim, açıp kitabı okuyunca da aynı şey, başkası anlatınca da aynı şey. O kadar para veremem valla. Evimde ders çalışmam için de bir engelim yok, çoluğu çocuğu olanlar için bir fırsat tabi kurs ama bana gerekli değil. 

Canım eşim sağolsun bana çok destek oluyor, ders çalışmam için elinden geleni yapıyor, ev işlerini yapıyor, destek oluyor.Hayatımı güzelleştiren ve kolaylaştıran bir eşim var, çok şanslıyım. Bütün koşullar müsait yani ders için. Bu sınavdan 100 almalıyım blog, işin sözlü kısmına elim kuvvetli girmeliyim, çünkü işin içine mülakat girince karışık işler de giriyor devreye. Bazı açılardan avantajlı durumdayken, bazı durumlarda dezavantajlıyım sözlü için. Düşündükçe motivasyonumu düşüren konular olsa da, sınav için amacım dediğim gibi hiç yanlış çıkarmamak. 

Yazdıklarınızı okumaya çalışıyorum ama dersten başka herhangi bir şeyle meşgulken kendimi çok kötü hissediyorum (şu an olduğu gibi). O yüzden genelde yolda, tuvalette ya da küçük molalar verdiğimde okuyorum sizi. (Küçük Joe :) Yine mi tuvalet deme, zamanım yok ne yapayım) Saçımı boyatmam, kestirmem lazım, ablacığım kalıcı makyaj sertifikası da aldı, gidip gözümü boyatayım diye düşünüyorum ama ne zaman :( Haziran sonu olursa sınav, yetişememekten korkuyorum. Geceleri kesintisiz uyuyamıyorum, sürekli çalıştığım dersler dönüyor aklımda, sorular cevaplar... 

Bu sene kitap fuarına gidemeyeceğim için üzülürken, son saatlerinde ziyaret edebildik. Yine beklentilerimi karşılamadı fiyat açısından. Zaten bu aralar kitap da okuyamadığımdan 1 tanecik almakla yetindim. Elias Canetti "Hayvanlar Üzerine" yi aldım. 

Renksiz günler yaşıyorum anlayacağın bugünlerde. Ama şöyle düşünüp motive ediyorum kendimi, dişini sıkacağım birkaç ay, sonra bir daha ömür billah ders falan çalışmayacağım.  

9 Nisan 2015 Perşembe

Benden son havadisler


Yine uzaklaştım, ama bu defa harbiden ders konusunda yardırıyorum :) Gece gündüz çalışmaya başladım, çünkü Haziran sonu olacakmış - mış sınav, öyle diyorlar. 

Gözlüklendim, astigmatım artık iyice kör gibi dolaşmama sebep olduğundan, takmak zorunda kaldım sonunda. Başkanımın deyimiyle, "örtmenim gözlüğü" aldım kendime. Kalın çerçeveli olanlardan. Sevdim ama, yakıştı bence.

Dün canım eşimin doğumgünüydü. Hiç bir şey yapmadım :( Ne küçük bir sürpriz, ne hediye. İlk defa böyle bir şey oldu. Neden oldu? Bu ders olayına çok kaptırdım kendimi. Herhangi başka bir şey düşünürken bile zaman kaybediyormuşum gibi hissediyorum kendimi. Öyle odaklanmış durumdayım. Hem eşim ayakkabı ya da takım elbise istiyor, beraber gider alırız diye düşündüm. Cumartesi akşamı da Alsancağa gidip içip eğlenmeyi düşünüyorum. Gecikmiş kutlama olacak bir nevi. Akşam kayınvalidemle konuştuk. "İyi ki doğurmuşsun kocamı" dedim. "Asıl seni aramak lazım bugün" dedim. Afalladı önce :) İçinden geçenleri eşim alt yazı geçti sonrasında. "Sen alasın diye doğurmadım ben oğlumu" demiştir dedi. O afallama aşamasında sanırım içinden ona benzer şeyler geçmiştir :) Ama "siz mutlu olun yeter" dedi bana sesli olarak, sessizleri karıştırma, boşver :) 10 gün sonra bize geliyorlar, kayınvalide, kayınpeder, görümcem ve çocukları. 10 gün kalacaklar. Çok ağır misafirlerim var anlayacağın ama ben -yapabilirsem tabi- ders çalışmayı planlıyorum.  Üzümle çocukların arasında geçecekler tedirgin etse de bir şekilde halledicez artık, yapacak bir şey yok. Zaten uzak durmalarını öğretecektir Üzüm onlara. 

Şimdilik bu kadar, belki akşam piyanoda harikalar yaratan kocamın marifetlerini paylaşırım sizinle :)


1 Nisan 2015 Çarşamba

Karanlık



2015 yılında ülkenin tümünde yaşanan elektrik kesintisi ile ülkenin içinde bulunduğu karanlık durum birleşerek tam bir kabus yaşattı. Dün bu ülkede çok vahim şeyler yaşandı. Bana göre bu olay, bazılarının güç ve iktidar uğruna neler yapabileceğinin, ne kadar karanlık işlere girebileceğinin, neleri feda edebileceğinin pis bir göstergesiydi. Uzun zamandır zaten bir bataklığa çekilen yargı, sahnelenen bu oyunda kurban edildi. Sahnenin gerisini görmesem de, kirli oyunların farkındayım ve tiksintim daha da artıyor. 

Olayların az çok farkında olabilen herkes gittikçe bir çaresizliğe, ümitsizliğe yönelip kendini soyutlamaya çalışıyor, ben de bu kişilerden biriyim. Görmeme, duymama, haberleri izlememe çabalarım devam etse de, gözünüze sokulan gerçeklerden kaçamayacağınız anlar oluyor. Dün yaşanan gerek elektrik kesintisi, gerekse savcının ölümü bu ülke adına tam anlamıyla karanlık günlerinin yaşandığının göstergesi.  Endişeliyim, üzgünüm ve korkuyorum. 

30 Mart 2015 Pazartesi

Motiveyim, motivesin, motiveler...


Son zamanlardaki bu tembel ve hımbıl gidişata dur deme kararımı çok net bir şekilde aldım ve bu yolda kararlı adımlarla ilerliyorum. Bak bugün 3.gün, ben de herhangi bir şaşma yok henüz. Başaracağım sanırım bu defa :)

Kitap okumaya da başladım, ders de çalışıyorum, gördüğünüz üzere blog da yazıyorum. Plan yapmak ve irade göstermek işin anahtarı sanırım. Bir de tabi ki en önemlisi motivasyon. Beni motive eden şeyler pek hoş şeyler olmasa da, işe yaramadığını kimse söyleyemez. Gıcık olduğunuz tiplerle aynı sınava girecekseniz, onların adını tekrarlamak bile motive edebilir sizi. 

Bir senedir sınav diyorum, ortada bir şey yok. Bu sene kesin açılacak ama, kesin :) İnsanoğlunda şöyle bir psikoloji var ki, gerçekten kötü yaratıklar olduğumuzun kanıtıdır kendisi; gece gündüz sınava ineklersiniz ama birileri sorduğunda, "haa, hiç çalışmıyorum yeaa" dersiniz. Üniversitedeyken de böyleydi bu durum, sadece iş hayatı için geçerli değil yani. "Hiç çalışmadım yeaaa" diye ağzını yaya yaya konuşan o tip, sınavda ikinci hatta üçüncü kağıdı ister, hayatının boşalımını sınav kağıdına yapar, 100 alır çıkar. Neden yani, neden böyleyiz acaba :)

Şimdi de bakıyorum, sınava girecek insanlar arasında gizli bir düşmanlık, sinsilik... Sınavdan hiç bahsedilmiyor ama birbirlerimizden gizli kaynak kitap siparişleri taşıyor kuryeler :) Kimse çalışmıyormuş gibi görünüyor ama millet hatim ediyor kitabı gece gündüz. Ben zayıf halkayım kandırmacası yapıp ters köşeye yatırma stratejisi mi bu? Psikolojimi analiz etmeye kalksam çok pis şeyler çıkabilir birazdan ortaya, burada keseyim en iyisi. 

Hadi ben kaçtım, çok yoğun bir insanım ben, tutmayın beni :D

28 Mart 2015 Cumartesi

Gaz.

Otur, otur nereye kadar, değil mi? Acil eylem planım dahilinde harekete geçmiş bulunuyorum. Tembellik yapmak yok bundan sonra. Hem dersimi çalışacağım, hem kitabımı okuyacağım, hem de blog yazacağım. Çok fena gaza gelmiş gibiyim :)

Haftasonu falan demedim, 7:30'da kalktım bak. Oyun oynadım, blog okudum biraz. Şimdi kahvaltı hazırlayacağım, kahvaltıdan sonra dersin başına, öğlen biraz şekerleme molası vereceğim. Sonra devam. İşe gidip gelirken yolda geçirdiğim zamanı da kitap okuyarak değerlendireceğim. Önceden hep okuyordum yolda, ne olduysa kestirmek daha hoş gelmeye başladı, ama artık yoook. 

"Tembelliğe son" sloganıyla yola çıkmış bulunmaktayım, hadi hop bir ki, bir kiii...

24 Mart 2015 Salı

Mızmızmızmız




Son günlerde var bende bir tuhaflık ya neyse. Buraya her yazdığımda mızmızlanıp duruyorum, size de gına gelmiştir benim yaşlı kadınlar gibi ah vah etmelerimden. Her gece yatarken korkar hale geldim, acaba sabah kalktığımda kötü mü olacağım diye. Geçen sabah uyandım, yine ben de bir haller. Midem bulanıyor, kasığımda zaten iki gündür bir ağrı, kalbim kulaklarımda atıyor. Kustum falan, sonra kalktık gittik hastaneye. İdrarda kan varmış, acil ürolojiye sevk etti, böbrek taşı olabilir dediler. Geçen sene de ufak bir taş düşürmüştüm. Üroloji ultrason, röntgen, tomografi falan istedi, hepsi yapıldı, ama taş falan yok. Teşhis de yok. Kum falan döktüm sanırım. 

İşyeri hala yoğun, ben hala kitap falan okumuyorum. Ocak ayında okuduğum 4 kitapla kaldım bu sene. Mart bitiyor, iki aydır kitap almamışım elime yani. Vahim durumdayım, hayat akıp geçiyor ve ben öylece izliyorum. Geçip gitmesine izin veriyorum... Hiçbir şey yapmadan, öylece izliyorum arkasından zamanı... Derler ya ölü toprağı serpilmiş sanki üzerime. Eve gidiyorum, yapmam gereken bir sürü şey var ama yerimden kıpırdamak istemiyorum. Oturduğum yerde, zaman öylece bomboş akıp geçerken şunu düşünüyorum; bir gün sağlığım yerinde olmadığımda ve ölüme yaklaştığımda, en çok üzüldüğüm şey, sağlıklı iken boşu boşuna geçirdiğim bu zamanlar olacak.

21 Mart 2015 Cumartesi

Yeşil bir gün.



Babama gitmiyorduk uzun zamandır. Bugün gittik. Gıdısını yediğim köpek Kral, artistik pozlar verdi bana, kedicikleri sevdim, eski tencereye dikilmiş bu bitkiye bayıldım, birazını da aldım. Umarım çoğaltabilirim. Gıdaklardan da yumurtaları aldık geldik. Yeşil görmek bile rahatlatıyor insanı.  

20 Mart 2015 Cuma

Basit

Şöyle bir evim olsun istiyorum ya... Basit, küçük şeyler istiyorum. Doğanın içinde biraz toprağım olsun, ahşap bir evim olsun, hayvanlar olsun etrafımda insandan çok. Toprak bana yemeğimi, meyvemi versin, kapıdan dışarı çıktığımda ağaçları göreyim, kuş cıvıltıları duyayım.

Bu kadar basit yaşamak isterken, neden yapamıyorum, neden istediğimiz gibi yaşayamıyoruz? Neden beton ormanının içinde, haddinden fazla insanla vıcık vıcık, ikiyüzlü ilişkiler kurmak zorundayız? Neden sabahın altısında kalkıp yollara düşüyoruz, günde 2 saatimizi trafikte heba ediyoruz? 

Bütün gün masa başında ömür çürütüp sağlığımızdan olurken, emeklilik hayalleri kuran insanlarız. Emeklilik hayali kurmak demek, yaşlanmayı istemek demek değil mi? Neden yaşlanmayı istiyoruz? Belki de ömrümüzün sonundaki kısacık zamanımızı bile olsa dilediğimiz şeyleri yaparak geçirebilmek için. 


Çıkış yolu bulamıyorum, bu zinciri kırabilmek için güçsüz hissediyorum kendimi ve kahroluyorum. Hayatımı istediğim gibi yaşayamamanın ve yaşayamayacağımı bilmenin verdiği çaresizlik çok yıkıcı. Keşke hayatımı güvende hissederek yaşayabileceğim kadar param olsa. Tüm borçlarımı kapatıp, dilediğim gibi bir yerde, dilediğim gibi bir ev alabileceğim ve ölene kadar para kaygısı olmadan yaşayabileceğim bir hayatım olsa. 


Belki ben ödleğin tekiyim, belki rutinin alışılmış yatağından çıkıp, hayatı sil baştan inşa etmeye gücüm yok, bilmiyorum. 

17 Mart 2015 Salı

Yine buradayım, aslında hep buradaydım.

Blog yazmaya ara verdiğim zaman kendimi suçlu hissettiğimi fark ettim. Bir şeyler eksik hissi. Aslında yazmama sebebim ne, tam olarak bilmiyorum. Evet yoğun bir iş dönemi geçiriyorum ama bu bence bir neden değil, evde yazabilirdim. Yaklaşık 1 sene önce çalıştığım kurumda görevde yükselme sınavı açılacağına dair ufak bir gelişme oldu, takip edenler hatırlayacaklardır. Ben işte bir gazla başlamıştım ya ders çalışmaya. Aylar geçti, sınav falan açılmadı. Sonra ne motivasyon kaldı, ne hırs, bıraktım çalışmayı. İşte o sınava yeniden hazırlanmaya başladım ben. Bu sene sonuna doğru açılacağına dair ciddi duyumlar aldım. 

İş yerimde çalıştığım bölümü, diğer birimlerle kıyaslamaya kalkarsam çok şanslıyım, bu net. Personelin özlük işlemlerinin yürütüldüğü, aynı zamanda kurumun en üst amirinin özel kalemi olarak da çalışıldığı bir yerdeyim. Dolayısıyla, diğer birimlerde yaşanan kargaşa, insan kalabalığı ve dedikodu ortamından bir nebze de olsa uzağım ve bu durumdan oldukça mutluyum. Ayrıca çok ama çok sevdiğim ve takdir ettiğim, gerek insani yönüne gerekse iş konusunda hayran olduğum üst düzey bir amirim var. Her şey süper görünüyor olsa da, tüm bu olumlu yönlerin diğer birimlerde çalışan insanlar tarafından fazlasıyla kıskanıldığını söylememe gerek var mı? Kıskançlık, çekememezliği de beraberinde getiriyor tabi. Neyse, bu sene sonunda açılacak sınava baya bir kişi girecek. Diğer rakiplerimle ilgili duyumları aldıkça iyice hırslanıyorum. Bu sınav benim için çok çok çok ama çok önemli. Öyle böyle değil yani :) Ya bu sınavla müdür olurum, ya da çıldırırım. Çünkü müdür kadroları çok zor boşalıyor ve şu an maksimum seviyede bir boşluk var. Eğer bu sınavla müdür olamazsam sittin sene olamam ve gıcık olduğum insanların altında çalışmaya mahkum olurum. Aaaaaaghhhh, düşünmek bile içimi acıtıyor. İşin can sıkıcı kısmı, geçen seneye kadar, sadece sınavla hak kazanırken, şimdi sınav+mülakat şekline getirildi ki mülakat demek kabus demek benim için. Bir kere mülakat denen uygulama kesinlikle objektif bir uygulama değil, istediği kadar adaletli davranılsa da olmuyor, biliyorum. Ayrıca, mülakatın neden böyle bir sınav için yeniden uygulamaya konulduğu da çok çok belli bir şey değil mi? Neyse, kötü düşünmek istemiyorum, benim ilk hedefim bu sınavdan tam  puan alabilmek. Ki, mülakata elimde tam puanlık bir kozla girebileyim değil mi? Elimden gelenin fazlasını yapmam lazım blog, anlıyorsun değil mi? 

Akşamları masamın Üzüm'ün müsaade ettiği kısmında dersimi çalışmaya çalışıyorum.

Ve sonuç :)

Bugün evdeyim, neden dersen, dün sabah uyandım, hiçbir şeyim yoktu, giyinmeye başladım, tam lanet sütyeni takarken kilitlendim. Birden tutuldum, boynumu falan hareket ettiremedim, eşim biraz masaj yaptı ama nafile. Bütün gün robot gibiydim. Kas gevşetici, ağrı kesici vs. bi işe yaramadı. Biraz araştırma sonucu biberiye yağıyla masajın süper olduğunu öğrendim. Akşam biberiye yağıyla masaj yapıldı, sıcak su torbası koydum falan. Gece binbir çileyle uyudum, uyandım. Şimdi düne göre daha iyiyim ama yine de rapor aldım 2 gün. Bir ara omzum mu çıktı acaba diye düşündüm. Çünkü hareket ettirdikçe katır kutur sesler geliyor resmen. Doktor kireçlenme olabileceğini söyledi iyi mi, yaşlanıyorum :( Kireçlenme de neymiş, yaşlı hastalığı o be... :P

Bak yazmayı unuttum, geçen gece tuvalete kalktığımda da bayıldım. Birden midemde bir acayiplikle başladı, sıcaklık yukarı doğru çıkmaya başladı, eşimin yanına döneyim ben en iyisi diye düşünürken sıcaklığın kafama ulaştığı noktada düşmüşüm. Kafamı vurmuşum, ertesi gün kafam acıdı. Aniden kalktım sanırım yataktan, tansiyonum falan indi çıktı diye düşünüyorum. Hastanelerden nefret ediyorum, gitmedim tabi doktora falan. Bir daha düşersem giderim ama :) 

Dün akşam böyle güzel bir sürprizle karşılaştım ve çok mutlu oldum. Blog dünyası, seviyorum seni. Hala güzel insanlar var dedirtiyorsun bana. 

Eşim piyano konusunda beni şaşırtmaya ve mutlu etmeye devam ediyor. En sevdiğim ve beni her seferinde mutlu eden, müziklerine aşık olduğum film Amelie'nin bir müziğini almış bu hafta. 3 bölümde çalışacağı şarkıyı 3 hafta sonra burdan sizinle paylaşacağımı düşünüyorum. Şimdi  youtubedan dinliyorum ve eşim bunu çaldığı gün ağlayacağımı düşünüyorum :) Dün akşam kendisine de söyledim, çocukken keşke yönlendirselermiş piyanoya. Ama ne yetiştiği coğrafya ne de kültür yeterli değildi bunun için. Siz de dinleyin, muhteşem değil mi? 


Daha sık yazma sözüyle, şimdilik hoşça kalın :) 

10 Mart 2015 Salı

Batsın olimpiyatınız...


Haziran ayında Bakü'de yapılacak Avrupa Olimpiyatları için sokaklardan köpeklerinin toplanıp fırınlarda yakıldığını biliyor musun? Şuraya bak.

Katliamdan kurtulan yavru köpeklerin videosunu izledin mi? Yanına yaklaşan insandan duyduğu dehşetle kafasını duvardaki minicik deliğe sokmaya çalışırken ne hissettiğine dair empati yapabiliyor musun? 

Üstün ırk insanın, insandan başka hiçbir canlının yaşam hakkı olamayacağına dair düşüncesinden ölesiye tiksiniyorum. Naziler yahudileri yakıyorlardı fırınlarda, bizler de şimdi köpekleri. Hayvanlar için hepimiz birer naziyiz. 

Fırınlarda yakıyor, kafalarını sabitleyip gözlerine kimyasallar döküyor, canlı canlı derilerini yüzüyor, küçücük kafeslerde hormonlarla büyütüp kırk günde kesime gönderiyor, toprağa basmadan, günışığı görmeden canlarını alıyoruz. Tanrımız onların kanını istiyor, yeni doğan buzağıları bağırta bağırta annelerinden ayırıp, yavruların içmesi gereken sütleri içiyoruz. Demir çubuklarla ardı ardına tecavüz edilen inekler ömürleri boyunca hamile bırakılıp, yavruları ellerinden alınıp, sütleri sömürülüyor. Reklamlardaki mutlu inekler çiftliği ne harika değil mi? Yemyeşil çayırlarda otlayan inekler ne kadar mutlular. Yaşanan acılara, işkenceye ve zulme o kadar uzağız ki... Büyük bir keyifle yediğin hamburgerin için hayvanların maruz kaldığı işkenceyi görmek ister misin? İstemezsin, biliyorum. Gözlerini yumup hamburgerine bir ısırık daha at.



Şu koyduğum videoyu izleyemiyorsun bile sonuna kadar, değil mi? Onlar bu acıyı yaşıyorlar, her gün, her dakika, her saniye... Senin damak tadın, onların canı :( 

Dünya üzerinde hayvanların yaşadığı acıdan fazlası yok, insanların yaşadığı tüm acılar yine kendileri yüzünden. 

O yüzden, bir sihir, bir mucize, bir acayiplik olsa da, hayvanlar, insanlar üzerinde aynı şeyleri yapmaya başlasalar, zerre kadar içim yanmaz biliyor musun. Hatta uzaydan gelecek garip ve bizden üstün varlıkların, hayvanlara yaptıklarımızın aynılarını bize yapmaya başlamalarını istiyorum. Empati yapabilmemiz için bu kadar şiddetli uyaranlara ihtiyacı var çünkü insanoğlunun. 

Ben hayatımda bir hayvan tarafından zarar görmedim. Aksi olsa bile, o hayvandan nefret etmem ve yok edilmesini istemem söz konusu değil. Çünkü onların yaşamları boyunca her saniyelerini, kahrolası insanlar yüzünden acılar içinde geçirdiklerini biliyorum, hissediyorum. 

Benim için bu dünyayı tamamiyle yaşanılmaz kılacak tek şeyse, hayvanların dünya üzerinden yok olması olacaktır. İşyerimin önünde beni karşılayan ve incecik bacaklarının taşıyamadığı şişko bedenine rağmen koşa koşa gelip kendi etrafında dönerek sevinç gösterisi yapan zilli kızı göremeyeceğim, eve girdiğimde kendini ağır ağır yere bırakıp göbeğini açan ve bacaklarıma sürtünen kedimi göremeyeceğim, sokak kapısında beni görür görmez koşarak gelen kara kedi dombiliyi göremeyeceğim bir dünya kesinlikle çekilmez bir yer. 

Bu yazı birine yazılmış bir yazı değil, öfkeli bir yazı hiç değil. (Evet, videoları izlerken hissettiğim duygunun tam karşılığı öfkedir ve onları yapan insanlara uygulayabileceğim şiddetin sınırı yok ama bu öfkeyle yazılmış bir yazı değil.) Bakü'de olanları geçen gün öğrendim ve bu yazıyı yazmaya başladım. Dün de sevgili Jardzy'nin şu yazısını okudum. Üzülüyorum ve şunu demek istiyorum; lütfen hiçbir hayvana veda etmeyin. İnsanlardan şiddet gördüğü için acısını başka insanlardan çıkaran sokak köpeklerine bile.

28 Şubat 2015 Cumartesi

Mutluluk.

Sabah sekizde uyandım. Dün akşam başım ağrıdığı için erkenden yatmıştım. Her sabahki gibi elimde telefonla tuvalete girdim. Ayılma sürecini akıllı telefonlarla yaşayanlardanım ben de maalesef. Küçük Joe'nun şu yazısını okudum. Kıyılar mutedil'in tavsiyesiyle Joe'nun izlediği ve onun da tavsiye ettiği bir film mutlaka izlenmeli. Zira Joe beğendiyse kesin güzeldir. Filmin adı Hektor Mutluluk Peşinde. Eşimin uyanmasına da en azından 2 saat olduğuna göre, filmi hemen izlemeye karar verdim. Sabah gözümü açar açmaz, kahvaltı falan yapmadan oturdum filmin başına. İyi ki izlemişim, iyi ki tavsiye etmişsiniz. Güne yandaki kuzucuk gibi gülümseyerek başladım.  Mutluluk üzerine güzel bir film izlemek istiyorsanız ben de bu filmi tavsiye ediyorum. Tavsiye edenler zinciri büyüyor :)

Dün akşam ekşi sözlüğü açınca "renkleri anlaşılamayan elbise fotoğrafı" başlığını gördüm. Merak ettim bu kadar çok ne yazılmış, neymiş bu diye. Açtım baktım, çirkin mi çirkin bir elbise fotoğrafı. Okudukça elbisenin rengi konusunda milletin birbirine girdiğini gördüm. İlginç geldi. Bazıları elbiseyi sarı ve beyaz görüyorlarmış. Bildiğin mavi ve siyah yahu elbise. Aynı fotoğrafa bakıp nasıl farklı renk görebilir ki insan. Eşime gösterdim hiçbir şey söylemeden. Bu elbise ne renk? Altın sarısı ve beyaz demez mi... Hayatımın dumurunu yaşadım. O ana kadar milletin saçmaladığını düşünürken, birden beynimde cızırtılar duymaya başladım. Benim mavi gördüğüm yeri eşim bembeyaz, siyah gördüğüm yeri altın sarısı görüyor. Sabah tekrar baktık, hala farklı görüyoruz. Cidden kafam karıştı bu elbise olayında. Bazıları fotoğraf hilesi falan demiş, yok renkleriyle oynanınca bilmem ne, yok kardeşim bu fotoğraf renk hilesi falan değil. Aynı fotoğrafa aynı açıdan bakan iki farklı insan nasıl farklı renkler görebiliyor. Aklıma en uyan açıklama beynin renk algılama bölümlerindeki farklılıklar olduğu. Elbisenin gerçek rengi mavi siyahmış bu arada. 

Yaniiii...

Belki de kesin olduğunu düşündüğümüz şeyler, algılarımızın bizi aldatması olabilirmiş. Mutlu olabilmek için algılarımızı değiştirmek belki de bizim elimizde. Belki gözümüzün önündeki pembeleri siyah görüyoruz. Kim bilir.

25 Şubat 2015 Çarşamba

Çok yoğun işyeri, çok miskin ev hayatı.


İş yerinde görülmemiş yoğunlukta günler yaşıyorum. Ne blog okuyabiliyorum, ne yorum yazabiliyorum. Sağ tarafta okuyorum dediğim kitap var ya, bir ay önce okumaya başladığım ve beni okumaktan uzaklaştıran kitaptır kendileri. Bir aydır hiç kitap okumadım :( 

İş yerindeki yoğunluk geçici bir durum, bunu biliyorum, aslına bakarsan seviyorum da çalışmayı. Yoğunluğu seviyorum. Ama yoruluyorum işte. 

Yılbaşında aldığım kararlardan biri de el işiydi. Hiçbir şey yapmadım. Hatta uzun zaman önce tamamlayıp postaya vermem gereken ufacık bir şeyi bile yapamadım. Sevgili Ayşegül, valla kendimden utanıyorum sana verdiğim sözü tutamadığım için. Bu uyuşmuşluk hissinden kurtulmam lazım. İş yeri tamam koşuşturuyorum da, akşamları evde  candy crush oynamaktan, uyuşuk bi şekilde uzanmaktan başka bir şey yaptığım yok. Eşim harıl harıl piyano çalıyor, ben miskin miskin oturuyorum :( 

Üzüm'ün poposunda bişiler çıktı, iki gündür canım ona sıkılıyor. Geçen gün uzun uzun poposunu yaladığını farkettim. Normal temizlik yalamasından epey uzun sürünce bir terslik olduğunu anladım. Hayatta poposuna falan elletmez, tüy yoğunluğundan bugüne kadar görmedim bile popo deliğini. Dün eşimle baktık zorla, kabarmış poposu, tahriş olmuş gibiydi. Bir pamuğa zeytinyağı yapıp, poposuna sürdük zorla. Kabızlıktan mı oldu acaba :( Eşek sıpası, kuru mamadan başka bir şey yemiyor ki. Yoğurt verdim dün, bir iki dil attı bıraktı. Yaş mamayı bile ıkına sıkıla yiyor. 

Pisinin poposundan da detaylı bir şekilde bahsettiğime göre, yeterince boş zaman bulabilmişim demektir. 

Çalıştığım insanlara sinir olduğunu daha önce söylemiş miydim? İşini düzgün yapmayan insanlara feci şekilde sinir oluyorum. Ağzı bi yerde, götü bir yerde, savsaklayarak çalışıyormuş gibi yapıp, tüm işin içine ediyor, sonra sıvadığı boku ben temizliyorum. Benim en kısa zamanda müdür falan olmam lazım. Yoksa sinirden çatlıcam. Eğer şimdi çalıştığım arkadaşın müdürü olsaydım, anam anam diyim ben sana, tanrı onu korusun :) Elimden çekeceği vardı. Sevilen bir müdür olacağımı düşünmüyorum, hoş, zaten sevilen bir insan da değilim ki :) 

Şöyle bir yerde yaşamam lazım benim.


20 Şubat 2015 Cuma

Kedici kadınlar ve sokaklarda hayvan görmek istemeyenler...



Ceren'in şu yazısını okuduktan sonra yorum yazayım dedim. Ama baktım ki yorumla olacak gibi değil. Bu konuda kendimle yaşadığım fazlaca ikilem de var. En iyisi blog yazarak içimi dökmek galiba. 

Canım Ceren demiş ki, sokakta kedi köpek olmaz. Hatta pardon düzeltiyorum, "sokakta hayvana karşıyım" demiş. Kimsenin ne düşüneceğine, fikrine müdahale edemem.  

Ama...

Sokakta kedi köpek olmazsa nerede olur? Kedi ve köpeğin doğal yaşam alanı diyebileceğimiz alanlar nereler?

İnsan müdahalesiyle var olmuş hayvanlardan bahsediyoruz. Vahşi ataları olan kurtlardan insan tarafından evcilleştirilmiş köpekler. Ne kedinin doğal yaşam alanı ormanlardır, ne de köpeklerin. Bazı belediyeler köpekleri kurt sanıp, şehir merkezinden aldıkları zavallıları ormanların içine atıveriyorlar ya, hayvanlar açlıktan birbirini yiyor oralarda. Kilometrelerce yürüyüp, açlıktan, yorgunluktan ölüyorlar. 

Sen önce hayvanları alıp, onu onunla, öbürünü berikiyle karıştırıp, kulağı şöyle olsun, kuyruğu böyle olsun, boyu şu kadarcık kalsın, huyu şöyle olsun diye kendin bir tür çıkaracaksın ortaya, sonra da bunlar çok oldu artık, bir kısmını öldürelim, bir kısmını hücrelere kapatalım, insanlar beğensin alsınlar, beğenilmeyenleri itlaf edelim gitsin diyeceksin. Kedi de köpek de, insanla var olan, insanın yaşadığı yerlerde yaşamını sürdüren hayvanlardır. Issız dağ başlarında, ormanlarda ya da çöllerde yaşabilir mi bizim sokak kedileri, köpekleri?

Avrupa'da sokaklarda kedi, köpek göremezmişsiniz öyle diyorlar. Bunun nedeni de adına barınak mı dersiniz, rehabilitasyon merkezi mi dersiniz, toplama kampı mı dersiniz, ne derseniz artık, kediler ve köpekler buralarda tutulur, belli bir süre kimse sahiplenmezse hayvan itlaf edilir. Sokaklarda hayvan görememek iyi bir şey midir o konuda da ikilemdeyim. Bana göre bu dünyayı güzelleştiren hayvanlar olduğu için, onları hayatımın her yerinde görmek isterim. Ceren'in dediği gibi sokaklarda açlık var, insan şiddeti var, trafik var, hastalık var. Ama bu yaşayan her canlı için geçerli değil midir? Neden biz insanlar, başka canlıların hayatları üzerinde bu denli yetkin hissediyoruz kendimizi? Onlar aç kalmasın diye, araba altında ezilmesin diye ya da pisliğin biri işkence etmesin diye sokaklardan toplayıp hapsetmek, öldürmek ne kadar etik?

Belki ben de "kedici kadın" olma yolunda ilerliyorum :) Sokakta yaşayan kedi ve köpek dostlarım var, çantamda onlar için aldığım mamalarla geziyorum. Onların yaşamlarını kolaylaştırmak ve birazcık olsun güzelleştirmek adına elimden gelen şeyi yapmaya çalışıyorum. Evet zor durumlarda yaşamalarını izlemek acı verici, soğuklarda ya da aşırı sıcaklarda perişan olmalarını izlemek kimseye zevk vermez ama onların var olmasından mutluluk duyuyorum. Sokakların onlarsız olması beni mutlu etmez, aksine eksiklik hissederim. 

Bir defa köpek barınağına gittim. Tarif edemeyeceğim duygular yaşadım.  İçim parçalandı sözünün gerçek bir durumu ifade ettiğini anladım, içimden bir şeylerin parça parça koparıldığını hissettim. Birbirlerinin üzerine yatarak ısınmaya çalışan yavru köpek tepecikleri gördüm. Bir zamanlar sevgiliye ya da karne hediyesi olarak çocuklara alınmış ve biraz büyünce sokaklara atılan, bir köşeye çekilmiş ve insana küsmüş cins köpekler, sevilmek için daracık tellerden burunlarını uzatan ve ağlayan, kendini sevdirmek için birbiriyle yarışan köpekler. Benim gördüğüm belki de barınakların en iyi durumda olanlarındandı üstelik. İnternette denk gelmişsinizdir, açlıktan birbirini yiyen köpekler var barınaklarda. Kendi bokları üzerinde yaşamak zorunda bırakılan, birkaç adımlık beton hücrelere kapatılan ve kuru ekmek bulurlarsa karnını doyurabilen zavallılar.  



Köpeklere daha çok üzülüyorum. Kediler minnetsiz hayvanlardır, başlarının çaresine bakarlar, çöplere girer, avlanır, başlarını sokacak yer bulurlar. Köpeklerse koca bedenleriyle itilir, kakılır, çöplere çıkamaz, karınlarını doyuramazlar ve kesinlikle insanlardan daha çok eziyet görürler. Halbuki köpekler gerçekten çok duygusal hayvanlardır, küçücük bir okşama, bir sevgi gösterisi onları çıldırtmaya yeter, sizi tanırlar, peşinizden gelirler, etrafınızda dört dönüp kuyruk sallarlar, o hüzünlü gözlerle masum bakışlar atarlar ki beni en çok vuranı da köpek bakışlarıdır. İçimde inanılmaz bir şefkat patlaması yapar köpek bakışları.


Konudan uzaklaştım sanırım. Sokakta yaşayan kedi ve köpeklere müdahale konusu dediğim gibi beni çok ikilemde bırakan bir konu. Şu an için uygulanan yöntem şöyle; belediyeler sokakta yaşayan kedi ve köpekleri alıp, kısırlaştırıyor, aşılarını yapıp aldığı yere bırakıyor. Bana göre de en olması gereken yöntem budur. Vicdanımı sızlatan tarafı ise, dediğim gibi onların hayatlarına müdahale konusunda kendimizde gördüğümüz bu yetkinlik hissi. Bu his evimi paylaştığım sevgili kedim Üzüm için de geçerli. Ben de onu kısırlaştırdım. Ameliyat sonrası iyileşme sürecinde kendimi çok vicdansız ve çaresiz hissettim. Ona bunu yapmaya hakkım var mı diye düşündüm. Bir yandan da evden çıkmayan bir kedinin cinsel içgüdülerini tatmin edememesi de bir işkence olacak. Üstelik kedilerin ya da köpeklerin insanlardaki gibi "anne olmak isteği" gibi psikolojik bir ihtiyaçları olduğunu düşünmüyorum. Çoğalma içgüdüsüyle otomatik olarak yapılan davranışlar olarak düşünüyorum. Anneliği hissetmiyorlar demiyorum, herhangi bir anne hayvanın yavrusuna olan davranışlarını izlerseniz, ne kadar mükemmel anne olabildiklerine şaşırırsınız. 

Neyse işte, canımı sıkan ve hep çözüm ne diye kendimi sorguladığım konu onları kısırlaştırmak, ya da barınaklara kapatmak ya da itlaf etme hakkını kendimizde görmemiz. Nüfusları çok arttı diye sokaklardan toplayıp öldürdüğümüz hayvanlar karşısında insan nüfusunun durumuna bir bakarsak, hangi canlının nüfusunun dengelenmesi konusunda daha net bir farkındalık yaşayabiliriz. Çünkü bu dünya üzerinde nüfusu arttıkça doğal dengeyi bozan, doğaya uyum sağlayarak yaşamak yerine kendine uydurmaya çalışan, çalıştıkça da her şeyi mahveden tek tür insandır. Doğanın düzeni öyle sistemli bir şekilde işler ki, kendi haline bırakırsanız mükemmel uyumu görürsünüz. Ama olmuyor işte, insan çoğalıyor, çoğaldıkça kaynakları kullanma ve tüketme konusunda şaşmaz bir bencillik sergiliyor ve başka canlıların yaşamlarına olan müdahale hakkı giderek genişliyor.

Çözüm nedir, sokaklarda hayvan görmek istemeyenler mi haklı, kedici kadınlar ve adamlar mı? Bana göre çözüm onlarla yaşayabilmek, bizlerle birlikte yaşamak zorunda olan bu hayvanların yaşamlarını elimizden geldiğince kolaylaştırmak, yardımcı olmak, çünkü bu dünya bizim değil. Bu dünyaya hükmetme ve üstün ırk olarak görme kibirimize rağmen bu dünya sadece bize ait değil. Bunu ya öğreneceğiz ya da kendimizle birlikte tüm canlı yaşamının içine edip, bu güzelim gezegeni yaşanmaz hale sokacağız. Biz insanlar bu dünyanın sahibi değiliz, bizler de diğer hayvanlar gibi dünyadaki yaşam zincirinin bir halkasıyız. 




Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...