31 Mayıs 2013 Cuma

Gezi Parkı



Nasıl bir medyamız var ya bizim. Nasıl bir vurdumduymazlıktır bu. İstanbul'un göbeğinde binlerce insan Taksim'i doldurmuş, müthiş bir direniş var. Polis son derece ölçüsüz biçimde güç kullanıyor. İnsanlar yaralanıyor, gözlerini, kulaklarını kaybediyorlar. Polis nişan alarak ateş ediyor. Ve biz hiçbir şey görmüyor, duymuyoruz. İnsanların haberi bile yok olaylardan. Sosyal medyadan haberi olmayan, internet kullanmayan insanların hiçbir şeyden haberi yok. Çünkü bizim aşağılık, iğrenç, satılmış medyamız dizi yayınlıyor, güzellik yarışması yayınlıyor, yemek programı yayınlıyor.Yazıklar olsun. Midemi bulandırıyorsunuz. Ülkemizde yaşanan olayı yabancı kanallardan izliyorum şu anda. Hukuk falan kalmadı zaten artık. Jammerlarla sinyaller kesiliyor, görüntü kaydetmemesi için mobeseler kapatılıyor, neye dayanarak, hangi yasaya, hangi hukuka dayanarak yapılıyor bunlar. İletişim hakkı engelleniyor, halkın bilgi edinme hakkı engelleniyor. Saatlerdir sosyal medyadan ve norveç kanalından izliyorum olayları. Nasıl bir hükümettir ki halkıyla inatlaşıyor, ben yaptım oldu, ben karar verdim yaparım... Şu an düzgün cümle bile kuramıyorum. Vali çıkıyor, hala marjinal gruplar falan diyor. Size göre halkın size oy vermeyen %50 si marjinal grup zaten. 





28 Mayıs 2013 Salı

İsa'ya Göre İncil - Jose Saramago

     
jose saramago


     Jose Saramago, hayran olduğum bir yazar. Bundan önce Kabil ve Körlük'ü okudum. Onları da bir gün yazarım. Kitaba geçmeden önce Saramago'dan bahsedeyim biraz. Bilmiyorum hiç benzeten olmuş mudur bu güne kadar, ama ben okuduğumda Oğuz Atay'ın kalemiyle bir benzerlik hissettim. Şöyle ki, konuşma metinleri ayrılmadan düz metin şeklinde devam ediyor. Alışık olmayanlar kim neyi söylüyor diye afallayabilir. En azından ben Oğuz Atay'ın Tutunamayanlarını okuduğumda baya bi afallamıştım. Bir benzerlik daha, konuyla ilgili psikolojik, tarihsel, bilimsel açıklamaların metnin içinde ve hemen o anda veriliyor olması. Mesela İsa'ya Göre İncil'i okurken, İsa'nın bebekliğine, çocukluğuna ilişkin bölümleri okuyorsunuz. Bir bakıyorsunuz, hooop bilinçaltı tahlillerinden tutmuş, günümüze gelmiş, değerlendirmeler yapmış ve sizi ordan oraya sürüklemiş. Ama bu kesinlikle okuyucu yoran, sıkan bir durum olmuyor. Aksine vay be, ne güzel anlatmış diyorsun. Oradan oraya sürükleniyorsun. 



     Gelelim kitaba. Kesinlikle aykırı bir kitap. Aynı Kabil gibi. Kitabı okuduğumda ilk düşündüğüm şey şu oldu; Acaba burada biri çıksa ve Muhammed'le ilgili böyle bir kitap yazsa ne olur. Onun insan yönlerini, hatalarını, işte bir insanın yapabildiği her şeyi yapabilen bir insan gibi anlatsa. Sanırım recm edilmeye kadar gider bu işin sonu. Yazar, İsa'nın hayatını, anne karnına düşmesinden, çarmıha gerilişine kadar anlatmış. Meryem ve Marangoz Yusuf'un oğlu Nasıralı İsa'nın hayatı, sorgulamaları, üzüntüleri, isyanları ve tüm insani yönleriyle bir hayat hikayesi. Tabi bu sıradan bir insan değil de, bir peygamber olunca, işin içine epey ilahi durumlar giriyor. Eee, insanların ilahi durumlardaki sorgulama kapasitesi de ne kadar sınırlıdır bilinir. Ancak Saramago bu sınırı tamamen yok etmiş. Yalnızca Tanrı'nın oğlu İsa değil Tanrı'da sorgulanıyor. 

     Yani işin özüne gelirsek, din konusunda katı kuralları, kesinlikle sorgulanamaz kabul edilen tabuları olanlar bu kitabı okursa eğer cin çarpmışa dönebilir. Ya Allah bismillah edalarıyla kitabı ateşe verip, Saramago'nun ruhuna sövebilir :) Arka kapaktan öğrendiğim kadarıyla yazarın ülkesini terk etmesine neden olmuş bu kitap. Tepkiler ancak 1998 Nobel Edebiyat Ödülü aldığında yatışmış. Bana göre Saramago, okunması gereken yazarlardan kesinlikle. İlk olarak Körlük'ü okudum. Filmini de izledim ancak, kitabın yanında film sönük kalmıştı bana göre. 

      Baya bir yerini çizdiğim kitaptan bazı alıntılar da şöyle efenim:
  •  Ey Tanrım, ne zaman insanoğlunun karşısına çıkıp , kendi hatalarını itiraf edeceksin.
  • Tanrı'nın eli, kılıçla masum bir beden arasına girmekten acizse, hiçbir işe yaramıyor demektir.
  • Şişlere dizilen taze etin yağı mangallarda yanarken çıkan koku tapınaktan çıkan dumana karışıp göğe yükselirken, yüce gökte bunları soluyan Tanrı memnun oluyor. Kuzuyu göğsüne bastıran İsa, Tanrı'nın neden, sunağa dökülen bir tas sütle, ya da bir avuç buğdayla tatmin olmadığını anlayamıyor.
  • Düşünce gölge gibidir, kendi başına iyi yahut kötü değildir, iyi mi kötü mü olduğunu yapıp ettiklerin belirler.
  • Hor gören bir Tanrı'yla yaşamanın ne demek olduğunu anlaman için kadın olman gerekir.
      Tanrı İsa'ya şöyle der:
  • Sen insanlık denen tencereye sokacağım kepçesin, seni tencereden çıkardığımda yeni bir tanrıya inanan insanlarla dolu olacaksın, ben de o yeni Tanrı olacağım. 

27 Mayıs 2013 Pazartesi

Nefret Ediyorum !!

huysuz şirin

     Geçen gün sevdiğim, beni mutlu eden ufak tefek şeyleri yazmıştım. Sıra geldi uyuz olduklarıma. Her insanın hoşlanmadığı şeyler vardır ama ben bazen o kadar çok "hiç sevmem, nefret ederim, gıcık olurum" kelimesini kullanıyorum ki kendimi Şirinler'deki Huysuz Şirin gibi hissediyorum. Hatta eşim bir kavgamızda "sen zaten neyi seviyorsun ki" demişti de çok gücüme gitmişti.

Evet işte gıcık olduğum şeyler :

26 Mayıs 2013 Pazar

Teoman - İzmir Arena

teoman


     Saat 21:20'de sahneye çıktı Teoman. Yine çok karizmatik, yine çok cool. Her konserinde olduğu gibi direk şarkılarını söyledi. Şarkı arasında "Merhaba, hoşgeldiniz" dedi. Sahnede konuşmayı pek sevmiyor Teoman. Zaten işi de konuşmak değil, şarkı söylemek :) Ama seyirci biraz sohbet bekliyor sanırım. Kumaş pantolon, ceket ve tişört giymişti ve şarkılarını tek el cepte söyledi :) Adam gerçekten ağır, ve son derece oturmuş bir karizması var. Konser sonunda "Artık bitirelim, gidip ayran içmek istiyoruz, siz de gidin ayran için" diyerek güzel bir gönderme de yaptı.Yani kısaca Teoman, Teomandı. Yine muhteşemdi. Ama....
      Gelelim amasına, İzmir Arena'ya. Arena'nın konumu muhteşem, denize sıfır, müthiş İzmir manzarası var. Ancak, ben konserde Teoman'ı duyamadım. Teoman'ın müziklerine eşlik eden izleyicilerin seslerini dinledim. Kabinler mi yetersizdi, benim etrafımdakiler mi çok bağırıyorlardı bilmiyorum ama sanırım böyle olmaması gerekiyordu. Tıka basa bir kalabalık vardı, öyle ki nasıl şekil aldıysan öyle durman gerekti bir buçuk saat. Kıpırdayamazsın bile. Eğimli bir platformu olmadığı için benim gibi kısa boylular önündekinin ensesini, sırtını izledi. Benim yerim iyiydi ama :) Konser sonunda 20 saniye süresince konfeti püskürtüldü. Denizin dibinde olan bir mekanda bunu yapmak tam bir dangalaklıktı. Nitekim konser sonrası denize baktığımda gördüğüm manzara tam da tahmin ettiğim gibiydi. Denizin üstü o minik kağıtlarla kaplanmıştı. İğrençti. Topu topu 20 sn.süren bir görsellik için bu değer mi? Gelelim çıkışa. Çıkış yolu eziyetti. Minik penguen adımlarıyla yürüdüğümüz bir 200 metre sonunda arabamıza ulaştık ki, Arena da konsere gideceklere kesin ve kati önerim arabanızla gitmeyin. Binin İzban'a, taksiye ama arabayı o karmaşaya sokmayın. Arabada 1 saate yakın oturduk ve trafiğin biraz azalmasını bekledik. 1 saat sonra çıktığımızda bile milim milim ilerleyebildik. Yani, kısaca Arena konforlu bir konser mekanı değil bence. Manzarasına diyecek yok, müthişti. Ancak manzara izleyemeye gelmediyseniz çokça sıkıntı yaşabileceğiniz bir mekan.
      Bu arada izleyici profili şöyleydi. Yaş aralığı 15-25 arasıydı. Yaş ortalamasının bu kadar genç olmasını Vodafone Freezone tarafından düzenlenmesine de bağlayabiliriz büyük olasılıkla. Çünkü Freezone 25 yaş altı bir tarife ve 45 lira vermek istemiyorsan bu tarifeye geçip bedava bilet alabiliyorsun. Konser öncesinde bile içmiş, sızmış ergenler vardı yollarda :) Kızlarımız hepsi birbirinden güzeldi ve 10 kızdan 7'sinde şort vardı. Bu yazın modası kesinlikle kot şortmuş onu da görmüş olduk :)

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Teoman


     Bu gece konsere gidiyoruzzz. Uzun zaman sonra Teomannn. Teomansız olur mu ya. İyi ki döndü.
     Konser : İzmir Arena,  Saat : 21:00
     Detaylar, yarın :)

24 Mayıs 2013 Cuma

Ufak tefek mutluluklar

     Küçük hanımın güncesi Merve Sevim'in sayfasını ziyaret ettiğimde takıntılarıyla ilgili bir yazısını okudum. Ve ben de sevdiklerimi, nefret ettiklerimi yazmaya karar verdim. Önce sevdiklerimden başlamak istedim.
     Amelie, Merve'ye de söylediğim gibi en sevdiğim filmdir. Müziklerine, görüntülere, konusuna, Audrey Tautou'ya, filmdeki tüm detaylara bayılıyorum. O kadar çok izledim ki, ezberledim diyebilirim. Filmi izleyenler bilir, filmin başında karakterler tanıtılırken, kimin neleri sevdiği, nelerden nefret ettiğinin anlatıldığı bir bölüm vardır. Amelie, tahıl çuvallarına ellerini batırmayı, tatlının kabuğunu kaşıkla kırmayı, gölde taş sektirmeyi sever.


     Her insanın sanırım, böyle ufak tefek sevdiği şeyler vardır. Takıntı diyemesek de yapılınca mutlu olunan şeyler. Gelelim benim listeme:

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Sinir oluyorum kendime!!!


      Nefret ediyorum bu huyumdan. Sinirlenince ağlar mı insan yaa. Neden böyleyim ben yaa. Sinirlendiğim zaman hüngür hüngür ağlıyorum ve düşünün karşınızdakine ne kadar güçsüz, ne kadar salak göründüğünüzü. Tutamıyorum işte kendimi. Elim ayağım titriyor ve başlıyorum ağlamaya. Gözyaşlarımı tutamıyorum, hem içimden salaklaşma, ağlama, ne kadar komik görünüyorsun diyorum, hem de şakır şakır ağlıyorum. Ivghhhhhhhhhhhhhhhhhhhhh. Salak, salak, salak. 
      Neden böyle olmuşum ben. Yetiştirilme tarzımı sorguluyorum da nerede ne yapılmış da ben böyle salak gibi ağlıyorum. O kadar yenmek istiyorum ki bu huyumu. Var mı bir formulü bunun ya, araştırıcam bununla ilgili bir kişisel gelişim kitabı falan var mı diye. İçimden kendime demediğim kalmıyor. Hayır, biliyorum da ne kadar komik göründüğünü. Kesinlikle değiştirmeliyim bu huyumu. Bağıra çağıra kavga etsem de, acayip sinir olsam da ağlamak istemiyorum. Ağlamamalıyım. En azından o an için tutabilmeliyim kendimi. Salak ben, salakkk benn.

21 Mayıs 2013 Salı

Mutlu Hayvanlar ve Babamın Mini Çiftliği

    Babamın Urla'daki mini çiftliği... Köpeğimiz Kral, kedilerimiz Tekir ve Güneş...Kralı mini minikken barınaktan almıştı babamlar. Şimdi kocaman bir sevgi delisi. Bize kuzu, yabancılara aslan. Kavgacı üstelik. Sürekli yaralanıp geliyor. Babamın bir numaralı mucizevi ilacı, zeytinyağında beklemiş kudret narıyla iyileşiyor tüm yaralar. Kediler Tekir ve Güneş ise keçilerin ahırında dünyaya geldiler. Ancak büyüyünce annelerini kovmuşlar hain evlatlar. Şimdi gelmesine izin vermiyorlarmış.


              
                           

   Keçiler...Yeni doğmuş iki yavrumuz da vardı. O kadar masum, o kadar savunmasızlar ki...Şu bakışlar insanın içine işliyor.        



     Hele bu keçi... Adı Fındık. Keçilerin hepsinin adı var. Fındık ve Fıstık o kadar evciller ki, gelip öpüyorlar sizi :) 

 

     Tavuklar da var. Keçiler, tavuklar, köpek ve kediler. Birbirlerine o kadar alışkınlar ki kediler Kral'ın sırtına bile biniyor. Haftasonu oradaydık. Hani deriz ya küçük bir bahçem, hayvanlarım olsa. Eksem, biçsem, doğal beslensem, kafa dinlesem... Babamlar tam da böyle bir ortamda yaşıyorlar ancak kafa dinleme konusunda umduğunuzu bulamayabilirsiniz, çünkü iş hiç bitmiyor. Sabah erkenden kalkıp hayvanları otlat, toprakla uğraş, ahır temizle, süt sağ, hayvanları yemle, ek, biç derken gün bitiyor. Ve inanın iş bitmiyor.  
       4 tavuk, 1 horoz var şimdilik. Ve 20 civarı civciv. Ortada dolanıyorlar. Kafesleri açık. Dolaşıp dolaşıp giriyorlarmış kendileri. Burası mutlu hayvanlar çiftliği. Tavuk çiftliklerinin nasıl olduğunu biliyor musunuz? Onu da başka zaman anlatayım. Bu güzel yazının tadı kaçmasın.

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Mary and Max


     Film izlemeyi severim.  Son zamanlarda pek sık gitmesek de çocukluğumdan beri sinemaya gitmeye bayılırım. İnsanlar  tek başına dışarı çıkmayı, gezmeyi pek sevmezler. Ben biraz değişik bir insanım işte. Tek başına dolaşmayı, alışveriş yapmayı, sinemaya gitmeyi çok severim. Kalabalıkla gidildiğinde -özellikle alışverişe- hiçbir şey anlamıyorum. Birbirini takip etmekten, insan rahat rahat gezemiyor bile.
      Neyse, konumuz filmlerdi. Cumartesi günü evde sevgilim eşimle birlikte bir film izledik. Film ve kitap yorumlarını okumayı severim. "Mary and Max" i de film yorumlarına bakarken buldum. 2009 yapımı bir stopmotion filmi. Bu arada bu yaşıma geldim, ilk defa duydum stopmotion kelimesini. Stopmotion nesneleri adım adım hareket ettirerek - saniyede 25 kare gibi ciddi bir rakam- oluşturulan bir çekim tekniğiymiş. Yani son derece sabır gerektiren, zorlu bir iş.








   
 




  Gelelim filme. Filmde biri 8 yaşında, biri 44 yaşında iki ana karakterimiz var ki adları Mary ve Max. Mary, Avustralya'da alkolik annesi ve ölü kuşları doldurmayı seven babasıyla beraber yaşamaktadır. Evet son derece enteresan ebeveynleri var. Küçük kızın hiç arkadaşı yok. Bir telefon rehberinden rastgele bulduğu birine mektup gönderir. Amerika'da yaşayan 44 yaşındaki Max. Max'in de hiç arkadaşı yoktur. Ekmek arası çikolata yemeye bayılan, asperger sendromlu, obez bir adamcağız. (Asperger sendromu başka bir filmde gayet güzel işlenmiş Onu da izlemenizi tavsiye ederim. Adı "My name is Khan".) Mektupları o kadar şirin, o kadar samimi ki... Bir süre sonra kıtalar arası bir dostluk kurulur aralarında. Yıllar geçer, kızımız büyür, evlenir, akademik kariyerini dostuna olan ilgisinden dolayı psikoloji alanında yapar ve asperger sendromuyla ilgili bir kitap çıkarır. Ve Max'e ithaf eder. Kitabını dostuna gönderir, ancak Max bunu görünce sinir krizleri geçirir ve araları açılır. Max öfkesini belli etmek için arkadaşına son bir mektup gönderir. Zarfın içinde mektuplarını yazdığı daktilonun M harfi vardır. Mary tek arkadaşını kaybettiğini anlar ve ciddi bir depresyona girer. Eşi onu terkeder. Gitgide annesine benzediğini farkeder ve intiharın eşiğine gelir. Max'in de durumu Mary'den farklı değildir. Bir süre sonra barışırlar ve Mary tek arkadaşını ziyeret etmeye karar verir. Sonunu söylemiyorum.
     Müthiş bir film. Ben bayıldım. Siz de izleyin, siz de bayılın bence.






17 Mayıs 2013 Cuma

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört - George ORWELL

   

   Kapkara bir gelecek tasarımı. Bir karşı ütopya kitabı. 1948'de yazılmış ve çevirmenin önsözünde yazdığı gibi "Orwell'ın kitabı yalnızca geleceğe ilişkin değil, günümüze ilişkin bir yazıdır. Belki de, gelecek şimdi olduğunda artık çok geç olacağına ilişkin bir uyarı."

  Şöyle bir ortamda düşünün kendinizi. Her anınız gözetlenmekte ve dinlenmekte. Evinizde, sokaklarda "tele-ekran" denilen ses ve görüntü alan ekranlar var. En büyük suç düşünce suçu ve en yakınlarınız bile düşünce polisi olabilir. Mimikleriniz, hatta uykunuzda sayıklamanız bile düşünce suçu işlediğinize kanıt sayılabilir. Tarih kitapları ve geçmişe ait tüm belgeler yok edilmiş ve yeniden yazılmakta. Düşünceyi kısıtlamak için, kullanılan dil yeniden düzenleniyor. İnsan kelimelerle düşünüyor ve ne kadar az kelime kullanılırsa o kadar az düşünülür. Sevgi ve cinsellik kavramları da yok edilmiş ve yasaklanmış. Cinsellik sadece devlet kontrolünde ve devlete hizmet edecek bireyler yetiştirmek için kullanıyor. En ufak düşünce suçu sonu gelmeyen işkencelerle cezalandırılıyor. İnsanlar bir gün içinde yok ediliyor, yaşadığına,bir zamanlar var olduğuna dair tüm kayıtlar siliniyor. Kitaptaki şekliyle "buharlaştırılıyor."
     Kitap o kadar mükemmel tasarlanmış detaylarla dolu ki o karanlık ortamı adeta yaşıyorsunuz. Orwell'ın hayalgücüne ve ileri görüşüne hayran kalmamak mümkün değil. Bir an olsun sıkılmadan bitirdiğim bir kitap.
Geçtiğimiz gün bir haber okudum. Tarih kitaplarını yeniden yazacaklarmış büyüklerimiz. Bu kitabı okuduğum günlerde tarih kitaplarıyla ilgili bu haber beni epey korkuttu.  Her gün bir takım istatistiki bilgiler veriliyor. Ekonomimiz şöyle iyi, böyle gelişti. Borçlarımız şu kadardı, bu kadar oldu. Kişi başına şu kadar gelir düşüyor.İyi de neden bu haldeyiz o zaman?? 
   Tarihin yeniden yazıldığı, tüm kayıtların sürekli yenilendiği ve değiştirildiği bir bakanlıkta çalışıyor kahramanımız Winston. Bakanlığın adı yapılan işle birebir zıt "Gerçek Bakanlığı". Bizim de bir Gerçek Bakanlığımız olmasından korkuyorum bu gelişmeleri gördükçe.


Ve işte kitaptan çiziktirdiklerimden ;

- Partinin dünya görüşü onu hiç anlamayan insanlara daha kolay dayatılıyordu. Gerçekliğin en açık biçimde böylelerine kolayca benimsetiliyordu, çünkü kendilerinden istenenin iğrençliğini hiçbir zaman tam olarak kavrayamadıkları gibi, toplumsal olaylarla yeterince ilgilenmedikleri için neler olup bittiğini de göremiyorlardı. Hiçbir şeyi kavrayamadıkları için hiçbir zaman akıllarını kaçırmıyorlardı. Her şeyi yutuyorlar ve hiçbir zarar görmüyorlardı, çünkü tıpkı bir mısır tanesinin bir kuşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi, yuttuklarından geriye bir şey kalmıyordu.  

-Boş vakit ve güvenlik herkesçe paylaşıldığında, yoksulluğun serseme çevirdiği geniş kitleler okuryazar olacak, kendi başına düşünmeyi öğrenecek, o zaman da hiçbir işe yaramadığını sonunda farkettiği ayrıcaklı azınlığı ortadan kaldıracaktı. Hiyerarşik toplumun varlığı, uzun sürede, ancak yoksulluk ve cehalete yaslanarak sürebilirdi.

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Kaç Maymun???



           Ne boktan bir gün. Biz nasıl bu hale geldik demiyorum, çünkü biliyorum insanların nasıl uyutulduğunu, hissizleştirildiğini. Şaşırdığım şey insanların nasıl bu kadar kör kalabildiği. Gözlerinin önünde olan olayları bu kadar mı görmezden gelir, bu kadar mı çabuk unutur olduk. İnsan denilen tür kendi başına gelmeyen her olayı görmezden gelmeye, uzak kalmaya, aman banane demeye ne kadar meyilli. Kendi başına gelmeden anlamayan, kendinden başka hiçbir şeyi umursamayan o kadar insan var ki.
            Duyuyor musunuz insanların çığlığını. Ölü sayısı 46 mı acaba? Yayın yasağı geliyor, görmeyelim, duymayalım diye. Hoş yasak falan getirmeseler de basının zaten bir şeyi gördüğü, gösterdiği yok ki. 3 maymunu oynayan, yalaka ve karaktersiz medya. Hükümet içinse, olması neredeyse beklenen bir olay. O kadar olağan ve sıradan ki, düğün dernek yapılıp, eğlenilmesinde bir sakınca görmüyor. Ve hatta eğlendiğini ve ne kadar mutlu olduğunu yeterince gösteremediği için “düğünümüzün tadını kaçırdı” diyerek neredeyse ölecek başka gün bulamadınız mı diye ölenlere kızacak.
            Medyada ne var? Futbol... Top kafaları uyutmaya birebir... Uyumaya devam edin. Sizin körlüğünüzün bedelini, hükümetin yanlışlarının bedelini canlarımızla ödeyelim ve unutalım gitsin. Ölen biz, ailemiz olmadıkça unutalım gitsin.
            Üstüne bir ayran için ve uykuya dalın. Afiyet olsun.

11 Mayıs 2013 Cumartesi

Hayvan Çiftliği - George Orwell



     8 ay önce yazmışım en son. O tarihten beri de sayfayı hiç açmadım zaten. Yeniden yazmaya başlamamın sebebi okuduğum birbirinden güzel blog sayfaları. Çok seviyorum blog okumayı, okudukça da özeniyorum. Okunmak için değil de yaşamıma dair kayıt tutma isteği aslında bu sayfa. Okuduğum kitapların, izlediğim filmlerin kaydını tutmak istiyorum. Şimdiye kadar o kadar kitap okudum, o kadar pişmanım ki her biri için bir iki satır yazmadığıma. Şöyle de bir problemim var ki, okuduklarımı kısa sürede unutuyorum. İşte böyle bir kayıt tutarsam kalıcı bir arşivim de olmuş olacak.
     George Orwell'ın iki kitabını aldım fuardan. Biri Hayvan Çiftliği, biri de Bin Dokuz Yüz Seksen Dört. Hayvan Çiftliği kitabın kapağında da yazdığı gibi bir "masal" mı acaba? Masalsı bir dilde anlatılmış siyasi bir taşlama kitabı. Kahramanlarının hayvanlar olduğu, bir çiftlikte yaşayan hayvanların, en zekileri olan domuzlar önderliğinde ayaklanarak çiftliğin yönetimine el koyduğu bir masal.
     Domuz Koca Reis bir gün tüm hayvanları toplar:
     " Yaşadığımız hayat nasıl bir hayattır? Açıkça söylemekten korkmayalım. Şu kısa ömrümüz yoksulluk içinde, sabahtan akşama kadar uğraşıp didinmekle geçip gidiyor. Dünyaya geldikten sonra yaşamımıza yetecek kadar yiyecek verirler, ayakta kalanlarımızı canı çıkana kadar çalıştırırlar, işlerine yaramaz duruma geldiğimizde de korkunç bir acımasızlıkla boğazlarlar. Hayatımız sefillikten, kölelikten başka nedir ki? İnsanlar, emeğimizle ürettiğimizin neredeyse tümünü bizden çalıyorlar. İşte tüm sorunlarımızın yanıtı burada: İnsan. Tek gerçek düşmanımız insandır. İnsan üretmeden tüketen tek yaratıktır. Süt vermez, yumurta yumurtlamaz, sabanı çekecek gücü yoktur. Gene de tüm hayvanların efendisidir. Bu hayatta başımıza gelen tüm kötülüklerin insanların zorbalığından kaynaklandığı gün gibi açık değil mi? Şu insanoğlundan kurtulalım, emeğimizin ürünü bizim olsun"
     der ve kıvılcımı çakar. Hayvanlar ayaklanarak insanları çiftlikten kaçırır ve yönetime el koyar, artık sütleri, yumurtaları, tüm ürünleri kendilerine aittir. Ancak durum bekledikleri gibi gelişmez. Kurnaz ve zeki domuzlar, gitgide zalim insanların yerini alır.
     Kitap Stalin'e ve kurduğu düzene sert bir taşlama niteliğinde. Napolyon adlı domuz Stalin'le özdeşleştirilmiş. Her ne kadar benzetmelerle toplumsal sınıfları anlatsa da, yukarıdaki satırlarda okuduğunuz gibi insanların hayvanlar üzerindeki tahakkümünü de gerçekçi bir biçimde anlatmış. Sadece Stalin dönemi değil, günümüzde de pek çok benzerlikler bulabileceğiniz ayrıntılar var. Domuz Napolyonlar o kadar çok ki.
    Masal anlatımıyla yazılmış bu kitabı bayılarak okudum. Bir günde bitirebileceğiniz kadar kısa bir kitap.


   
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...