28 Eylül 2014 Pazar

Pazar

Klasik pazar. Kahvaltı sonrası ortalık toplamaca. Çamaşır makinesi sesine eşlik eden elektrik süpürgesi. Şimdi de Üzüm kızla oturmaca. Biraz kitap, biraz internet. Sonra yine iş, güç. Yemek hazırlığı, hafta içine bir tencere de olsa fazladan yemek pişirmece. Ütü, banyo, çamaşır katlamaca. 

Migros, hayvanları koruma gününe özel geleneksel %50 indirimini yapmış mamalarda. Sokak hayvanları için stok zamanı. Kedilerimizi, köpeklerimizi sevelim, aman da ne şirinmiş yapalım, hayvanları koruma gününde danaları, koyunları keselim, yüzelim, kavuralım, buzluklara atalım.  Çok hayvanseveriz vesselam. 

Ertesi gün Pazartesi diye Pazar gününden nefret edip, tüm bir tatil gününü stresli geçirmek ne salakça bişi. Evet, ama aynen böyle oluyorum pazar günleri. Gideyim de çamaşırları sereyim en iyisi. 

25 Eylül 2014 Perşembe

Kadın Olmak


Dün Mari Antrikot'un, bugün de günün çorbasının yazısını okuduktan sonra ben de yazayım dedim "kadın" hakkında. Evet cinsin adı kesinlikle "kadın" dır. Dili değiştirmek, çarpıtmak, düşünceyi de çarpıtmayı beraberinde getirir. Kadın kelimesine uygulanan çarpıtma da buna örnektir. Kadın yerine bayan daha kibarmış gibi söylenir. Kadın kelimesine bir kabalık atfedilmiştir. Halbuki bir "erkek" vardır bir de "kadın". Erkek kelimesi üstüne basa basa övgüyle söylenirken, kadın kelimesine bir önem verilmemiştir. Tam tersine "karı gibi" bir insanı aşağılamak için kullanılan tabirdir. "Karı gibi" gülmek, dedikodu yapmak, kıvırtmak vs vs. Aşağılamak istediğiniz kişinin hangi davranışı varsa cümlenin önüne "karı gibi" sıfatı eklemek anlamı pekiştirir. "Kadın başına" "elinin hamuruyla" "saçı uzun, aklı kısa" "eksik etek" diğer aşağılayıcı tabirlerimizden seçmeler.

İnsanlık varolduğundan beri mi bastırılmış cins kadın, yoksa sonradan mı oldu. Cinsler arası rol paylaşımının insanlık tarihiyle başlaması mümkün ama ne oldu da kadın ikincil cins oldu? Halbuki bence de dünyayı değiştirmek istiyorsanız kadından başlamalısınız, çünkü kadın belirleyicidir, etkileyicidir, değiştiricidir. 

Cahillikten beslenen iktidar sahiplerinin yapması gereken öncelikli iş, kadınları cahil bırakmaktır. Kurbağa misali, içinde bulunduğu suyun kaynamakta olduğunu anlamayan toplumumuzun bir an önce uyanmasını diliyorum ama bir yandan da imkansız olduğunun bilincindeyim. İlkokulda türban serbestmiş artık. Türban takmayı, özgürlük savaşçısı gibi savunan kadınları da anlamıyorum ben. Saçı örtmek, türban takmak kadın özgürlüğü değildir. Seçiminde herkes özgürdür tabi ki, ama türban takmak kadını özgürleştiren bir şey değildir, keşke bunu anlasan. 

Bana göre kadın cinsinin aşağılanmasına ya da ikincil plana atılmasına, değersizleştirilmesine -hadi şöyle diyelim erkeklerden daha değersiz hale getirilmesine- en büyük katkıyı dinler yapıyor. Burada incil'den ya da kuran'dan ya da diğerlerinden örnekler verirsem çoook uzatmış olacağım ama merak edenler internette kısa bir araştırmayla ne demek istediğimi anlayacaklar. Dinde kadın konusuna girersem işin içinden çıkmam çok uzun sürecek ve aslında bahsetmek istediğim konudan uzaklaşacağım.

Neyden bahsediyorduk; kadının dünyayı değiştirme gücünden. Kadınların eğitimine özellikle önem verilmesi gerekirken, kadının gücünden korkan toplumlarda kadın bastırılır, eğitimsizleştirilir, susturulur. Bu baskılama dinle, toplum baskısıyla, erkek egemenliğiyle olur. Bu durum günümüz şartlarında da görüleceği üzere özellikle de müslüman ülkelerde yaygındır. 



Tüm bunları yazmamın sebebi, yani çıkış noktam Suriye'den ülkemize göçen insanları izlerken görmüş olduğum manzara aslında. 3,5 yıldır kanlı bir iç savaşın yaşandığı, sokaklarda kelle kesen adamların cirit attığı bir ülke Suriye. Ve benim gördüğüm manzarada tüm kadınların kucaklarında ufacık bebekler, çocuklar. İç savaş yaşanan  bir ülkede çocuk doğurmak. Bu nasıl bir cehalettir, nasıl bir bencilliktir, vurdumduymazlıktır. O çocuğun vatansız bir şekilde büyümesinden kaynaklanacak tüm travmaların sebebi olmak ve "ben anneyim" diyebilmek. Bu kadınlar ve erkekler, bana göre insanlık suçu işliyorlar. Öyle bir ortamda hamile olmak, çocuk doğurmak bir kadının isteyebileceği bir şey değilmiş gibi geliyor bana. Tüm bunların sebebi cehalet. Oradaki kadınların doğurmasından başlayalım, Suriye'deki iç savaşın sebebi de cehalet aslında.  İlber Ortaylı capslerine döndürmek istemem konuyu ama gerçekten çok cahiliz, keşke ölsek. :)

Daha modern, toplumsal yaşamda din etkeninin daha az olduğu durumlarda da kadınların sorunları bitmiyor ki. Çorbacının yazısında bahsettiği gibi, şekil değiştirerek devam ediyor kadın cinsinin ikincilliği. İkincil olmak yetmiyormuş gibi, yükü de daha ağır kadının. Her türlü zor yani, her koşulda zor kadın olmak. Erkeklerin kadın üzerindeki baskısı yetmezmiş gibi, bir de kadının kadına ettiği vardır ki en beteri o aslında. Kadın kadının düşmanı maalesef. Kadınlar birbirini çekemez, başarılarını kıskanır, birbirinin kuyusunu kazarlar. Kaynanalar gelinlerini, gelinler kaynanalarını istemez. Gelenek, görenek denilen ve bir sürü ıvır zıvır gereksiz detay içeren tüm işkenceler kadın ürünüdür. Yapmayansa feci şekilde ayıplanır. Ayıplamak ve kınamak kadının kadına karşı en büyük silahıdır.  

Off, yoruldum yaa, kadın olmaz zor vesselam. Daha da zorlaştırmayın, en azından birbirinize. 

24 Eylül 2014 Çarşamba

Hayvan


Ayşe'ye liste yaptım :) Ayşe'yle beraber, insan türünün diğer hayvanlara uyguladığı şiddeti, hayvanların bizlerden çektiklerini, hayvan yemenin tüm detaylarını öğrenmek isteyen herkesin okuması gereken kitaplar bunlar. 4 kitapta hayatımda büyük çığır açtı, farklı boyutlar ekledi hayatıma. Gönül gözümü açtı, aydınlattı. Ayşe'cim bence Hayvan Yemek isimli kitaptan başla. Gerçi hiçbiri okuma açısından zorlayıcı kitaplar değiller. Ama "Hayvan Yemek" başlangıç için daha uygun gibime geliyor. Zaten Türkçe'ye çevrilmiş olanlardan hayvan hakları ile ilgili okunabilecek kaynaklar çok fazla değil. Peter Singer, Tom Regan, Gary Francione bu isimler hayvan hakları konusuna belli bir sistematik kazandırmış insanlar. 

Bunlara ek olarak bir de Michael Tobias'ın "Öfke"sini okudum ki, onu farklı bir kategoriye sokuyorum. O kitapta benim de sürekli aklıma gelen şeyleri yapıyor kahramanımız. Hayvanlara işkence yapan, üzerinde deney yapan, onların kürklerini giyenlere karşı güzel fanteziler içeriyor. Hiç acımadan yaparım dediğim şeyleri okumak içimin yağlarını eritti desem yeridir. 

Şu anda da Carol J.Adams'ın "Etin Cinsel Politikası"nı okuyorum. Onu da bitince yorumlayayım. Sevgiler Ayşe, önce sana, sonra bu konuya karşı yeni yeni ilgi duyan, vicdanı rahat etmeyince hayatında değişiklik yapmak isteyen herkese sevgiler. 


23 Eylül 2014 Salı

Daldan dala


Grip oldum. Yine iğrenç boğaz ağrısıyla başladı. Normal bir insanın boğazı bir yılda kaç defa ağrır, şişer? Benim 7-8 defa çok feci şekilde ağrıyor, öyle ki yutkunurken sanki zımpara sürtünüyor boğazıma. Uyutmuyor. İki günden sonra boğaz ağrım geçti, öksürük, hapşırık, salya sümük başladı. Aman o boğaz ağrısı geçsin de diğerlerine razıyım. Şu anda boru gibi sesimle, sümüklü böcek kıvamında çalışıyorum. Diş için daha yeni rapor aldığımdan şimdi tekrar rapor almak da istemiyorum. Adaçayı, limon, kafama göre kullandığım ilaçlarla idare ediyorum. Dişim iyileşti sayılır. Orada krater gibi bir oluşum var tabi hala. O da düzelecekmiş, bekliyorum. O çukur dışında bir sıkıntım kalmadı.

Haftasonu iki film izledim. "3 idiots" ve "I Love You Philip Morris". Jim Carrey'i severim, I Love You Philip Morris Jim Carrey'in izlediğim en farklı filmiydi. Bir eşcinseli canlandırdığı film, eğlencelik, hafif, yarı komik, yarı hüzünlü bir film. 3 idiots ise bir hint filmi. Hint filmlerine kesinlikle uzağım. Bir arkadaşın ısrarı sonunda izledim. Filmi sevdim ama şu ikide bir filmi bölüp danslar, şarkılar çıkıyor ya, deli oluyorum. Müziklerini de sevmiyorum, danslarını da. Ama yine de sevdim filmi. Haftasonları film saatleri yapmayı seviyorum. Eşim sevmese de, takıyorum kulaklığımı, alıyorum laptopu izliyorum.

Önceki kadar olmasa da kitap okumaya devam ediyorum. Kitap fuarından aldığım iki kitabı okudum ama burada yorumlamadım. Altını çizdiklerimden yazarım bir ara. Şu anda da "Etin Cinsel Politikası" nı okuyorum. Vejetaryenlik, kesinlikle hayatımda verdiğim en doğru, hayatıma huzuru getiren en önemli kararlardan biri. 

Burcu yüzünden bu aralar instagrama takmış durumdayım. Deli deli bütün akşam kedi fotoğraflarına bakıyorum. Üzüm'ün bir fotoğrafını  koyuyorum, sonra durup durup bakıyorum, kaç kişi beğendi, kimler beğendi. Evet, sanal mutluluklarımız var artık. Beğeni almak, yorum almak nasıl da mutlu ediyor insanı. Ama burası kesinlikle benim asıl mekanım. Buraya yazdıklarım, yazılanlar, yorumlar, kesinlikle çok daha değerli, çok daha fazla mutlu ediyor, tatmin ediyor. Mari Antrikot'un geçenlerde paylaştığı satırlar ne kadar güzel anlatmış beğenilme, beğenilmeme durumlarını. 

"Bugün insanlar cenazelerinin sosyal ağlara koydukları bir fotoğraf gibi değerlendirildiğini göreceklerini bilseler, hepsi patır patır intihar edip cenazelerinin altından bunu kaç kişi paylaşmış, kaç kişi beğenmiş,  kaç kişi yorum yapmış, öbür taraftan buna bakarlardı. "Beğenilmemek" bu çağın laneti de bu sanırım." Atanamayanlar - Başar Öztürk

İşte böyle durumlar, seviyorum buraları, biliyorsunuz dimi. Okuyorsanız bunu, daha çok yazın emi :) 

18 Eylül 2014 Perşembe

Tanrılar Kurban İstiyor



Bilimin doğa olaylarını aydınlatmasından çok önceleri insanlar güneşe, aya, yıldızlara, kendi tasarladıkları, şekillendirdikleri tanrılara taparlar, gökgürültüsü, deprem, şimşek, güneş tutulması gibi doğa olaylarını ise tanrıların kızgınlık belirtisi olarak yorumlarlarmış. Tanrıların bu kızgınlıklarını dindirmek içinse onlara bir şeyler verme gereksinimi duymuşlar. Bu inanış insan kurban etmeye kadar varmış. Tuhaf geliyor mu size? Gökgürültüsünden korkup, insan kurban etmek, kan akıtarak tanrıların kızgınlığını gidermeye çalışmak. Komik mi? Mantıksız mı? 

Peki ya üzerinden binlerce yıl geçmiş olmasına, bilimin tüm doğa olaylarını aydınlatmış olmasına, evrenin sırlarına vakıf olmamıza rağmen tanrılara kurban vermek inanışının devam etmesi tuhaf mı? Bence ilk paragrafta yazdıklarıma göre daha tuhaf. Elinde bilginin ışığı olmasına rağmen karanlıkta kalmış inanışları devam ettiren insanın durumu daha vahim.


Tanrı, kurban ister mi? Tanrının kana susamış olma ihtimali var mı? Kan akıtmak neden bu kadar önemli? Binlerce yıllık sorularımız bunlar. "bir adamın inancını oğlunu kurban etmesini isteyerek sınayacak kadar zalim bir tanrı, oğlunun boğazını kesmeye yeltenecek kadar kendini kaybetmiş bir adam, bu hikaye yüzünden her yıl boğazları kesilen hayvanlar ve bu iğrençliği kutlayan insanlar.  " demiş ekşi sözlükte innominato nickli yazar. Durumu iki satırda özetleyen bir tespit olmuş. 

Bilim sormayı, araştırmayı gerektirirken, din sorgulamayı kabul etmez. Din, sorgusuz teslimiyet gerektirir. O yüzden insanlar, binlerce yıldır süregelen uygulamaları sorgulamadan uygular. Sorgularsan, mantıksızlığını anlarsın, mantıksız bulursan dinden çıkarsın. O yüzden gözlerini kapat ve sana emredileni yap. Uygulanan işte bu.



Uygulama dinden dine, ülkeden ülkeye değişse de kurban inanışının temelinde yatan etmenler çok eskilere dayanıyor. İnka, Maya ve Aztek uygarlıklarındaki kurban uygulamalarını okumak isterseniz; şurada. İnka'da çocuklar saflıklarından dolayı daha makbule geçen kurbanlar olurken, Maya'lar bakireleri tercih etmişler, Aztekler ise  tanrılarının en çok insan kalbi sevdiği düşüncesiyle, kurban olacak insanların kalbini çıkarırlarmış. Ayrıca yine Azteklerde, bal, un ve çocuk kanından yoğrularak yapılan putlara önce tapılır, tören sonunda da yenirmiş. Hiç yadırgamayın, sonuçta onların da inançları bunları gerektiriyormuş. O zaman da sorgulanmadan yapılan, gayet normal geleneklermiş bunlar. 

Şuraya varmak istiyorum; insanı diğer hayvanlardan ayıran özelliğin zeka olduğundan bahsediyorsanız -ki ben bu kıstası da kabul etmiyorum- yaptığınız eylemleri sorgulamanız gerekmektedir. O beyin kullandığınız müddetçe gelişebilen bir kas kütlesi gibidir. Kullanmadığınız sürece sadece bir et yığını olarak kalacaktır. 

Ve son olarak, fakire yardım, paylaşma, Allaha yakınlaşma duygularından bahsedenleri de gördüm. Buzluklarını tıka basa etle doldururken, aman onlar bize gönderdi, biz de onlara gönderelim diye ihtiyacı olmayan kişilere kurban eti verirken, hacda kesilen onbinlerce hayvanın cesedini çöllere gömerken kiminle yakınlaşıp, kime yardım ettiğinizi sanıyorsunuz. Kendinizi kandırmayın. Sizinki paylaşım, yardımlaşma veya sevap değil, sizinki sadece açgözlülük, körlük.

Hazin bir tesadüf, 4 Ekim dünya hayvanları koruma günü, katliamın ilk gününe denk geliyor bu sene. 

14 Eylül 2014 Pazar

Kent Ormanı (3)


Bugün erkenden kalktık gittik gözde mekanımız İnciraltı Kent Ormanına. Dün akşam pişi yapmıştım, çay demledik, salatalık, domates, peynirden oluşan züper kahvaltımızı bu güzeeeel mekanda yaptık. Fotoğraftaki bizim masamız, görünen de sevgili eşim olur. Evet, yine balık tutmaya çalıştı ama şükür ki başaramadı :D Sanırım benim dileklerim yüzünden tutamıyor. Erken gittiğimiz için ilk gittiğimizde sakindi, sonrasını sormayın. Kemeraltından hallice oldu. 


Ben kahvaltıdan sonra Bisim'e koştum tabi hemen. Bilmeyenler için Bisim'le ilgili daha detaylı bilgi verdiğim yazı şurada. Aldım bisikletimi başladım turlamaya, hava da güzel, ohhh. 


Köprünün ilerisinde şöyle bir platform olduğunu gördüm uzaktan ve tabi ki hemen gittim. Tahmin ettiğim gibi bir bungee jumping platformuymuş kendisi. Çok meraklandım, konuşacak, bilgi alacak birilerini aradım ama kimsecikler yoktu. Denize nazır atacaksın kendini boşluğa, negzel olur :)


Böyle güzel güzel fotolar çektim durup durup. Hatta bisikletin selesine telefonumu koyup kendi bisiklet turu videomu bilem çektim :)  


Bunlar da polaristen sadece ve sadece 25 lira vererek aldığım, çoook sevdiğim pembişlerim :P Bağcıkların biri içerde biri dışarda kalmış, görmeyin artık onu :P Hışırdayan ve yaprak döken ağaçların altında oturup onları dinledim, biraz kitap okudum. Sonra yine kaptırdım turlamaya. Sanırım 2 saat kadar bisiklete bindim. Döndüğümde ipini topunu, çoluk çocuğunu, mangalını kapan gelmişti masamızın etrafına. Denize giren girene olunca, eşimin oltalar da toplanmak zorunda kaldı tabi. Eee, mangal kokuları da midemi iyice kaldırınca kalkma zamanımız geldiğini anladık. Buraya gelmeyi düşünen İzmirli arkadaşlara tavsiyem, ilerilere gidin :) İlerde de masalar var ve gayet sakin oluyor. Eve geldiğimizde gördüm ki, baya bi amele yanığı olmuşum. Sen 2 saat bisiklet tepesinde dolanırsan olacağı bu. 

Off, yarın işe gideceğim :( 6 günlük tatilden sonra iş başı, ühüüüü. Salı günü de dikişlerimi aldıracağım. Dişime gelince, daha doğrusu dikişlerime; tek kelimeyle iğrenç bir şey. Çok rahatsız bir his. Ağrı, sızı yok, ama ağzımı çok fazla açamıyorum, gergin mi dikmiş nedir, anlamadım.  

Görüşürük sonra...

13 Eylül 2014 Cumartesi

Pugedon nedir, ne işe yarar?

Pugedon bir geri dönüşüm kutusu. Cam, plastik, teneke kutuları atıyorsunuz, attığınız her şişe için 4 gr mama düşüyor alttaki kaba. Ayrıca su koyma yeri de var. Böylece hem geri dönüşüm sağlıyorsunuz, hem de sokak hayvanlarına su ve mama desteği veriyorsunuz. 

Çöplerimi ayırırım her zaman. Cam, plastik şişeleri balkonda bir kutuda biriktiririm. Dün akşam aldık biriktirdiklerimizi, pugedona gittik. Sanırım 60'a yakın cam şişe ve biraz da teneke kutu attık. Bir sürü mama düşürdük. Çok mutlu oldum. 

Çöpe giden bir sürü cam ve plastik şişe, teneke kutu var. İçtiğiniz soda, bira, kola şişelerini ayrı bir yerde biriktirmek aslında çok da zor bir şey değil. Hem çevreye hem de sokak hayvanlarına bir yararınız olur. Fena mı olur? 

Bu da sayfası. Yaygınlaşması dileğiyle...

Kızgınlık, sitem, başarısızlık hissi...


Dün eşimin ceketlerini kuru temizlemeye bırakmak üzere bir alışveriş merkezine gittik. Akşam yemeğini de halledelim çıkmışken dedik ve üst kattaki yemek bölümüne çıktık. Daha önce de bahsetmiştim, Türkiye'de vejetaryenseniz dışarıda yiyebileceğiniz bir şey bulmak gerçekten zor. Her zaman yaşadığım bir zorluktu ama dün çok fazla canımı sıktı nedense. Her yerde alabildiğine et, her yemekte et. Etin binbir çeşidi. Tavuğun, dananın, kuzunun, ineğin binbir parçaya bölünmüş binbir hali. Kendimi birden o kadar kötü hissettim ki. Her yerde et kokusu. Herkes et yiyor, deli gibi hamburger, köfte, iskender, kebap adı altına gizlenmiş hayvan parçaları yiyor. O yediklerinize bu şekilde isimler vererek hayvan yediğinizi gizlemeye çalışıyorsunuz. Aklınıza getirmek istemeseniz de yedikleriniz bir zamanlar yaşayan bir canlının vücudunun parçaları. Birden oradaki herkesi yamyam gibi gördüm ve ciddi şekilde etrafımdaki herkesten nefret etmeye başladım. Çorba içeyim en azından dedim. Ama ne mümkün, her şeye et bulaştırmak zorunda bu sistem. Et suyu koyuyorlar bok varmış gibi. Ağzımı bozduruyorlar bana da. Uzun ve stresli uğraşlar sonunda yemek yemekten vazgeçecek kadar sinirlenmişken bir yerde etsiz çorba buldum, onu aldım. 

Aslında belki de canımın bu kadar sıkılmasının nedeni eşimin de et yiyecek olmasıydı. Evet, en yakınımdaki insanın bile bakış açısında bir değişiklik yapamamış olmama bu kadar sinirlendim sanırım. Kendimi yetersiz ve başarısız hissetmemdi bu kadar kızdıran duygu. Ben çorbamı aldım ve eşim de  köfte adı verilen hayvan parçalarını.

Hayır anlamadığım şey şu. Neden vazgeçilmesi bu kadar imkansız gibi geliyor? Eşimden yola çıkalım. Dünden önceki gün bir video gördük internette. Allahın cezası bir adam mezbaha olduğunu düşündüğüm bir yerde deve kesiyor. Bir sürü deve var, kimileri yerde can çekişiyor, kimileri de duvarın dibine sıkışmış, korkuyla ölümü bekliyor yerdeki develere bakarak. Her yerde kan var. Bu pislik herif, elindeki bıçakla bir devenin yanına gidiyor ve boğazına bir kesik atıyor, oluk oluk kan fışkırıyor deveden ve yere düşüyor hayvan. Diğerlerinin ayaklarının dibinde o da can çekişmeye başlıyor. Ve adam tekrar tekrar gide gele bu işlemi diğer develere yapıyor, duvar dibinde birbirine dipdibe sıkışmış tüm develer yerde can çekişene kadar devam ediyor bu işlem. Hayır ölüm birden gelmiyor, o pislik herif öldürmüyor bile o hayvanları, sadece boğazına kesik atıp bırakıyor, hayvan tüm kanı boğazından boşalıp bitene kadar can çekişiyor yerde acı içinde. Bir yandan da hortumla su fışkırtılıyor duvarlara. Kanlar kurumasın diye. 

Bu videoyu izledikten sonra oldukça siniri bozuldu eşimin. Sadece eşimin ya da benim değil, hangi insan izlese bu görüntülerden etkilenmemesi mümkün değil. Peki, sen nasıl oluyor da tabağındaki etle o hayvanlar arasındaki bağlantıyı koparıyorsun. O adam senin yiyeceğin hayvanı kesiyor. Senin için kesiyor. Beynimizde nasıl yok ediyoruz bu bağlantıyı aklım almıyor. Bunları bile bile nasıl iştah duyabiliyorsun o ete. Gözünün önüne nasıl oluyor da gelmiyor o hayvanların korku dolu bakışları. 

Bu kadar açık ve itici olmak istemezdim ancak gerçekten kafamın almadığı şeyler var. Neden insanlar bu tip şeyleri görmek, duymak dahi istemezken et yemeye devam ederler? Mezbahalarda neler yaşandığını bilseler bile nasıl olur da ete iştah besleyebilirler? Neden insanlar tabağındaki yemeğin kaynağını öğrenmekten bu kadar kaçarlar? Beslenme tarzını değiştirmek bu kadar zor mu gerçekten? Yiyeceğin eti kendin elde etmek zorunda olsaydın eline bıçak alıp bir hayvanı kesebilir miydin? Bunu başkaları senin için kapalı kapılar ardında ve gözden uzakta yapınca iç rahatlığıyla yiyebilirsin değil mi? Bu kadar zor mu etsiz yaşamak gerçekten? 

*Görsel buradan 

9 Eylül 2014 Salı

Sonunda yirmilikten kurtuldum :)

Uzuuun zamandır ertelediğim diş çekimi bugün gerçekleşti. Saat 10:15 te başladı, yaklaşık 45 dakika sürdü. Şu an hala biraz uyuşukluk var, ağrı hafif hafif başladığı için ağrı kesici içtim hemen. Yani şu an için iyiyim. Gelelim detaylara. Çok gergindim ve aşırı korkuyordum gittiğimde. Uyuşturucu iğneden sonra ameliyathaneye alındım. Ağız çevreme burnuma yani yüzümün büyük bir kısmına batikon sürüldü. Bir nevi palyaço makyajı :) Bir sürü alet edavat getirildi. Sadece yüzümü açıkta bırakan yeşil bir örtü serildi üzerime - ki bu zaten gergin olan beni daha da korkuttu. Bu hijyenik çalışma alanı yaratmak içinmiş, öyle dedi doktor. Gözlerimi bile kapattılar örtüyle, sadece ağzım açıktaydı. 

Çocukluğumdan beri diş doktoruna giderim, dişlerim doğuştan zayıf :( Dolgu, kanal tedavisi, çekim, hatta köprü diş bile yaptırdım ama böyle sarsıldığım bir diş tecrübem olmamıştı. Diş çekimi denince dişe dışarıya doğru asılacağını umuyorsunuz. Ama bu çekimde çeneye baskı yapılıyor. O kadar kuvvetli bastırdı ki çene kemiğimin kırılacağını düşündüm. Sonra kesme sesleri, dişimi 3 parçada çıkarmışlar. O ses gerçekten sinir bozucu. Kesildiğini duyuyor, garç gurç, kırt kırt kemik seslerini duyuyorsunuz, baskıyı çenenizde olanca ağırlığıyla hissediyorsunuz ama acı yok. Acımıyor ama ciddi derece sarsılıyorsunuz. Hem bedenen hem psikolojik olarak sarsılmaktan bahsediyorum. Sonra "bitti, şimdi dikiş atıcam" dedi doktor. Etinizin kesilip biçildiği, dikildiği halde acı hissetmiyor olmak gerçekten tuhaf :)

Sonra örtü kaldırıldı, yüzüm temizlendi. Kocaman ve bembeyaz dişimi 3 parça halinde kanlar içinde gördüm :) 

İşte bitti, kurtuldum. Ama bir tane daha var :( Onu ne kadar ertelerim bilmiyorum. Bu hafta evdeyim, 4 günlük bir raporum var. 

Bir saat ağzıma konan tamponu çıkarmamam söylendi. Bir buz kalıbı verdiler, bugün düzenli kompres yapmam gerekiyormuş ödem yapmaması için. 2 saat yememem, 2-3 gün sıvı gıdalar almam, sigara ve alkol kullanmamam, tükürmemem -iyileştirici pıhtıyı kaldırmamak için- konusunda uyarıldım, yapmam ve yapmamam gereken diğer şeyleri anlatan bilgilendirme notu verildi. Ağrı kesici ve gargara yazıldı. 

Böyle....

8 Eylül 2014 Pazartesi

Aptallık Çağı (2009)


Haftasonu 2 film, 2 belgesel izledim. Hepsini de çok sevdim. Özgürlük Yolu (into the wild), Can Dostum (intouchables), Ağaç Eken Adam ve Aptallık Çağı. Aptallık Çağı en sersemleticisiydi. Tokatlıyor adeta sizi. 2009 yılında çekilmiş olan filmsi belgeselde (güzel tanım oldu bence), acil önlem alınmazsa ve insan türü bu yok edici alışkanlıklarından bir an önce vazgeçmezse 2055 yılı civarı bizi ve dünyayı bekleyen sonu anlatıyor. Ve yine acil önlem alınmazsa geri dönüşün mümkün olamayacağı tarih olarak 2015 yılı veriliyor. Yani geldik dayandık en üst sınıra. Bu aşamadan sonra hükümetler çok radikal değişikliklere imza atmadıkları takdirde (ki atmayacaklarından da adım gibi eminim) geri dönüş pek mümkün görünmüyor.

Bu tip uyarı niteliğinde filmler, belgeseller, bilimsel açıklamalar ve araştırmalar, hala bazı insanlara şaka gibi geliyor. Filmde dediği gibi bir görmezden gelme çağı, bir aptallık çağı yaşıyoruz. Adamlar her gün çıkıp açıklıyor, küresel ısınmanın boyutlarını, neler yapılması gerektiğini, yapılmazsa neler olacağını basbas bağırıyorlar ama hiçbir şey umurumuzda değil. Hakikaten aptallık çağı. Bir yerinde şöyle bir tespit yapıyorlar filmin: İnsanlar ani olaylara, karşısında gördüğü düşmana tepki verirmiş, uzun vadeli tehlikelere karşı tepki vermemesinin sebebi bu evrimsel zaafımızmış. Yani bilim insanları istediği kadar yırtınsınlar, 20 yıl sonra şöyle olacak, böyle olacak desinler, bizler aptalca tüketmeye, yok etmeye devam edeceğiz. "Ohooo, o zamana kim öle kim kala" dimi ama. Mükemmel bir isim konmuş bu belgesele. 

İzlediğimden beri türlü türlü duygulara sürükledi beni. Her şey bomboş geldi bir an. Ne için çalışıyorum, ne için didiniyorum dedim. Nasıl olsa her şey yok olacak, içine ettiğimizin dünyasının son demleri. Bir an bu dünyayı bu hale getiren nesil olduğum için utandım. Bir an daha da keyif almalıyım dedim, doğaya daha çok çıkmalı, tabiatın müthiş güzelliklerini doya doya yaşamalıyım. Dün İzmir'in daha önce gitmediğim müthiş bir yerine gittim. Kavacık. Resmen iklim değişikliği yaşadık, nasıl serin bir hava, oksijenden ve mentol gibi kokan çam kokusundan başım döndü yolda. Durduk kenarda bir yerde, yapraklarını döken yaşlı bir çınarın dibinde serildim yaprakların üzerine. Çıtır çıtır yaprak sesi, en sevdiğimmm. 
Dağa çıkış yolunda İzmir'i uçaktaymış gibi görüyorsunuz tepeden. Neyse, ne diyorduk; Aptallık Çağı'nı izleyin ve izletin.

Sonlarına doğru etkileyici bir konuşma var: "Neden hiçbir şey yapmadık? Gezegeni tükettiğimizi bile bile neden bir şey yapmadık. Kendi neslini yok eden tek tür değiliz ama bunu bilerek yapan tek türüz. Yoksa insanlığı korunmaya değer bulmuyor muyuz?"

6 Eylül 2014 Cumartesi

Into the Wild (Özgürlük Yolu) 2007


Mutluluk uçsuz bucaksız ormanlardadır,
bomboş sahillerdeki coşkudadır.
İnsan elinin değmediği bir yerdedir, 
denizin diplerinde ve gürlemesindedir.
İnsanı daha az sevmem ama 
doğayı ondan çok severim.

2007 yapımı Sean Penn filmi Lord Byron'un bu güzel dizeleriyle başlıyor. Dağcı bir yazar olan Jon Krakauer'ın kitabının filmleştirilmiş hali. Son zamanlarda daha da artan doğaya kaçma isteğime tercüman oldu. Bu kargaşadan, insan kalabalığından, koşturmacadan, ikiyüzlülükten, rollerden kaçma isteği. Hepimiz yaşıyoruz bunları aslında. Çok az insan da cesaret edip gerçekleştiriyor. Film de bunu gerçekleştirmiş birinin yaşamından esinleniyor; Christopher Johnson Mccandless. Ailesini ve her şeyi geride bırakıp, cebindeki parayı yakıp, sırt çantasıyla doğaya kaçışın hikayesi. Evet, cidden büyük cesaret. Yaşam hikayesinin detayı için buraya.

Filmi konu olarak çok sevsem de anlatım tarzında can sıkıcı detaylar vardı. Müzikleri harikaydı. Kitaplardan alıntılar muhteşemdi. Filmin sonunda gördüğünüz fotoğrafsa çarpıyor sizi. Bunun gerçek bir hikaye olduğunu işte o fotoğrafı gördüğünüzde çok daha iyi anlıyorsunuz. Gerçek Christopher Mccandless :


Filmde geçen repliklerden birinde "Eğer yaşam sevincinin insan ilişkilerinden kaynaklandığını düşünüyorsan yanılıyorsun" der kahramanımız. Ancak ölümün yaklaştığını anlarda kitabın boş bir yerine ağlayarak yazdığı şu cümle insanı paramparça ediyor: "Mutluluk sadece paylaşılınca gerçektir."

Ağaç Eken Adam

Tablo gibi, şiir gibi, masal gibi bir animasyon. Kesinlikle izleyin.


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...