30 Temmuz 2018 Pazartesi

Ay Tutulması ve iki film..."Tully" "The Post"


Cuma gecesi tutulmayı izlemek için Karaburun tarafına gittik eşimle. Şimdiye kadar gökyüzünde gördüğüm en muhteşem görüntüydü diyebilirim. Çizgi filmlerdeki abartılı çizimler olur ya, onlar gibiydi. Gerçek değilmiş gibi... Büyüleyici. Bu benim için böyleydi tabi. Eşimin o kadar da etkilendiği falan yoktu. Gökyüzünde olup bitenler neden bana bu kadar büyüleyici geliyor da onun için gayet sıradan? Ben mi abartıyorum acaba diye sorguluyorum o bu kadar normal karşılayınca. Ay'ı ha parlak görmüşsün ha tutulmuş halini, ne fark ediyor ki dedi. Benim içinse nasıl bişi biliyor musun. Evrenin akıl almaz büyüklüğünü hayal etmek, üzerinde yaşadığın gezegenin gölgesinin Ay'ın üzerine düşüşünü dakika dakika takip etmek, tam tutulma sırasında atmosferimizden süzülen güneş ışınlarının Ay'ı kızıl renge boyaması, gökyüzüne asılı kalmış devasa bir portakalmış gibi gerçeküstü bir görüntü oluşturması, o sırada Ay'dan baksak Dünya'nın nasıl görüneceğini hayal etmek... Bunlar çok etkileyici geliyor bana. Herkesin etkilendiği şeyler farklı olabilir tabi. Ben etkilenme çıtamı epey yükseltmişim anlaşılan. 

Üzüm'le evde tembellik yapmaya devam ediyoruz. Kitap okuyorum, film izliyorum, İngilizce çalışıyorum, yemek yapıyorum falan. Öyle geçiyor gidiyor izin günlerim. 

Dün Charlize Theron'un başrolde oynadığı "Tully" filmini izledim. "Komedi, dram" yazıyordu film türünde. Ama filmin hiçbir saniyesinde komedi görmedim ben. Harbiden film boyunca güldüm mü ben, yoo. Neresinde komedi gördüler acaba bu filmin. Anne olmanın zorlukları üzerine bir film Tully. 3. çocuğuna hamile Marlo isimli bir kadın.  Filmin bazı sahnelerinde Marlo ile birlikte nefessiz kaldığımı hissettim.  Ben filmi beğendim. Anne olanlar filmi izleyince ne düşünürler bilmiyorum ama benim sık sık düşündüğüm ne kadar doğru bir karar verdiğimdi. Filmi izleyen anneler varsa fikirlerini öğrenmek hoşuma giderdi.

Bir önceki gece de "The Post" u izledim. Maryl Streep, Tom Hanks başrolde. Yönetmen Steven Spilberg. Devlet sırrı olarak nitelendirilen gerçekler ve basın özgürlüğü üzerine bir film. Al işte yine tanıdık konular, yine ülkemin haliyle karşılaştırdığım olaylar. Benzer olaylarda ülkemde yaşananlar ve filmde olanlar. Amerika'nın Vietnam da kaybedeceğini bile bile halkını kandırması, askerlerini bile bile ölüme göndermesi, buna ilişkin devlet sırrı niteliğindeki belgelerin haber yapılması üzerine yaşananlar... Hayır hayır Mit Tırları ve Can Dündar olayında yaşananlara hiç benzemiyor :) 

İki filmi de öneriyorum kısacası. Haydin gittim ben.


25 Temmuz 2018 Çarşamba

Köpek Adası (Isle of Dog)


İzinde ilk günüm. Evdeyim. Başım ağrıyor sabahtan beri. Off. Temizlik yapayım dedim bi ara ama 5 dakika sonra vazgeçtim. Bugün yayılacağım bütün gün. 


Dün akşam bir animasyon izledim. Köpek Adası (Isle of Dog). İzlediğim tüm filmlerdeki distopik öğeler neden yaşadığımız süreçlere, başımızdaki kişilere bu kadar benziyor? Sanki tüm dünyanın distopik ürünleri okunmuş ve uygulanmaya konmuş gibi geliyor artık. Neyse animasyona dönersem, köpek gribi hastalığının yayılmasıyla, yönetimde bulunan diktatörün kararname çıkararak tüm köpekleri ıssız bir adaya bırakması, köpeklerin orada yaşadıkları, azınlıktaki hayvan hakları savunucularının bu trajediye engel olma savaşları vs olarak özetleyebilirim. Stop motion tekniğiyle çekilen filmin yönetmeni Wes Anderson. Ben çok beğendim, izleyin derim. 

Bu hikayenin sadece bir hikaye olmasını dilerdim. Yakın tarihimizde böyle bir olayın yaşandığını biliyor musunuz? 1910 yılında İstanbul'dan toplanan ve gemilere yüklenen tam 80 bin köpek Hayırsız Ada adı verilen adada ölüme terk edildi. Köpekler üzerinde hiçbir şey olmayan bu küçücük kara parçasında açlıktan birbirini parçalayarak, inleyerek, bağırarak, acı çekerek can vermişler. 



İnsan dışında hiçbir tür böyle bir ahlaksızlığı yapamaz. Yaratılmışların en şereflisiyiz diye kandırsın bazıları kendini. Var olmuşların en ahlaksızı, en vicdansızı, en kötüsü, en zararlısıyız. Biz tür olarak evrimin kusurlu zinciriyiz bence. Evrim ne der, uyum sağlayan kazanır. Bizler uyumsuzuz, doğayla en uyumsuz türüz. Doğaya karşı kazandığımızı düşünüyoruz ancak kendimizle beraber diğer türlerin de sonunu hazırlıyoruz farkında olmadan. 

23 Temmuz 2018 Pazartesi

Kedi ağacı, izin planları ve Küçük Joe'ya sesleniş...

Küçük Joe, nerede yaa. Terk edilmiş gibi hissettim kendimi, bomboş sayfasını görünce. Bu duruma ilişkin bir şey yazdı da ben mi kaçırdım? Yeni bir blog var ve ben mi bilmiyorum. Kafamda deli sorular. Lütfen aydınlatın beni. 

İzne çıkıyorum yarından sonra. 17 gün. Aylardır iple çektiğim 3 günlük bir Kabak tatilim var. Onun dışında planlanmış bir şey yok. Geçen sene gittim ilk defa Kabak Koyuna. Buraya da yazmıştım sanırım. Çok çok beğendim. Bir aydan uzun zamandır, öyle bir haldeyim ki... Aşerir gibi istiyorum orada olmayı. Gözümü kapatıp orada olduğumu düşünüyorum çok bunaldığımda. O gökyüzünün altında sahilde uzanmak istiyorum. Dalga sesleri eşliğinde, samanyolunun kusursuz güzelliğini izlemek istiyorum.  

Üzüm'e kocaman bir kedi ağacı aldık. Devasa tavana kadar bişi yani. Ama o hiç oralı olmadı ya. Alışınca kullanacağını umarak teselli ediyorum kendimi. Montajı çok kolaydı. En üst katına kadar kendi başıma yaptım. Sonraları yükseklik sebebiyle zorladı. Bir de aslında basit ama bizim açımızdan zor kısmı duvara sabitleme kısmıydı. Çünkü evimizde ne alet edavat var, ne de bu işlere meraklı bir erkek :P Kocamın böyle tadilat tamirat işlerine hiç mi hiç ilgisi yoktur. Matkap gerektiğini kabul etmek istemeyen kocam önce duvara çivi ve çekiçle tecavüz etti. Ama çivi duvarla birlikte geri gelince mecburen dediğimi uygulamak zorunda kaldık. Komşudan bulunan matkap ve apartman görevlimizin yardımıyla montajı tamamladık. Gerisi Üzüm'e kalmış. Biz yaptık elimizden geleni. 

İngilizce çalışmaları devam ediyor. Akşamları çalışıyorum. Ya kelime bilgim var ama iş konuşmaya ve konuşulanı anlamaya gelince sıkıntı başlıyor. Çok hızlı ve yuvarlayarak konuşulunca hiçbir şey anlamıyorum. Yazılı olarak görünce haaa diyorum ama söyleyiş zorluyor. Zamanla olur o da dimi.

15 Temmuz 2018 Pazar

.


İngilizce öğrenmeye karar verdim blog. Zaten bugüne kadar öğrenmemiş olmam hataydı. Yıllardır istiyorum ama bir türlü istikrar sağlayamamıştım. Motive eden sebepse buralardan çekip gitme isteğim. Ciddi ciddi düşünüyorum artık bunu. Ama çok çok zor bir karar bizim için bu. Mesleğimiz yok, dilimiz yok, yaşımız olmuş ohoo. Ama yine de bir yerden başlamak lazım değil mi. Biraz biraz araştırmaya başladık ama öncelikli hedef dil öğrenmek. Birkaç uygulama yükledim telefona, akşamları çalışıyorum bakalım. Zemini kuvvetlendirdikten sonra bir kursla devam etmek en mantıklısı sanırım. Bu arada para da biriktirmemiz lazım. 

Bu ülkenin yarısı diğer yarısından nefret ediyor artık. Uçurum öyle derinleşti ki. Zam yağmuru karşısında ülkenin bir yarısı "ohh daha beter olsun" diyor mesela. Sanki kendilerini etkilemiyormuş gibi. Ama hak ettiğimiz şekilde yönetilmenin karşılığı bunlar. Kurunun yanında yaş misali. Diğer yarısı ise o kadar odaklanmış mı desem büyülenmiş mi desem, at gözlüğü mü takıyor desem (bu şuurunu yitirircesine bağlanma durumu karşısında ne diyeceğimi gerçekten bilmiyorum). Ülkede olumsuz olan her ne varsa dış güçlerin oyunu. Faiz hobisiydi, İsraildi, bizim yükselmemizi çekemiyorlardı, dünya liderimizi kıskanıyorlardı falan... Artık anlatacak gücüm, söyleyecek kelimem kalmadı benim ya. Önceden sinirden uykularım kaçacak kadar takardım kafaya. Artık sinirler laçka oldu. Üzülmüyor muyum, üzülüyorum. Üzüldüğüm kısım kurunun yanındaki yaşlar. Ben ve benim gibiler. Sinirimi bozan kısımsa diğer yarı. Ama artık şuna eminim ki, her ne olursa olsun görmeyecekler, anlamaya çalışmayacaklar, farketmeyecekler. Çünkü cidden bir dine inanır gibi inanıyorlar, sorgusuz sualsiz. Tapar gibi seviyorlar adamı. Ne dersen de, boş. Ne kadar anlatamaya çalışırsan çalış, dinlemiyorlar. 

Tren kazası oluyor, 24 vatandaş ölüyor, 300 küsur yaralı var. Ama ülkenin yarısının umurunda bile değil. Şaka gibi ya artık ülkenin hali. Trajikomik. Şunu bile okudum sosyal medyada: "kaza için yaygara koparanların amacı törenleri iptal ettirmek." Ne diyeyim ki... Buna söylenecek bir şey var mı? Gitgide daha duyarsız, daha kindar, daha ayrıştırılmış bir toplum oluyoruz. Başkalarının acılarından mutluluk duyar hale geldik. 

Üzülüyorum ve sıkılıyorum artık bu ülkede yaşamaktan. Ufacık hayatımızda küçücük mutluluklarımız oluyor, onlara bile sevinemiyoruz. Her gün yeni kötü haberler. İnsanların birbirine düşmanca tavırları, bu ayrıştırılmışlık çok canımı sıkıyor. Kalitesizlik, liyakatsizlik...

Öyle işte be. Yine iç sıkıcı şeyler yazıyorum yaa. Sanki her şey kötü gidiyormuş gibi. Aslında öyle değil işte, hayatımızdaki ufak mutluluklarımızı boğan bir ülke gündemi olunca insan buraya öyle şeyleri yazmaya bile utanıyor. Çocuklar öldürülüyor, hayvanlar işkence görüyor. Bunlar olurken insan mutlu olmaya hakkı yokmuş gibi geliyor.  

2 Temmuz 2018 Pazartesi

Serenad - Zülfü LİVANELİ


Zülfü Livaneli'nin okuduğum 3. kitabı Serenad. Önce Son Ada'yı okumuştum, sonra Kardeşimin Hikayesi ve son olarak Serenad. Son Ada'yı çok sevmiştim. Çok çok sevmiştim. Kardeşimin Hikayesi'ni de. Ama Serenad kelimenin tam anlamıyla sarsıcı bir kitap oldu benim için. Çok duymuştum methini ama bu kadar sarsıcı beklemiyordum açıkçası. 

Çok yakın tarihimize ilişkin bilmediğimiz ne acılar varmış. Neler yaşanmış. Kitabı okurken bir an acaba kurgu mu diye düşündüm. Sonra araştırdım ve ne kadar cahil hissettim kendimi. 


Kitap, yakın tarihe ilişkin az bilinen ama çok can yakan olaylar etrafında dönüyor. Mavi Alay, Struma faciası gibi. İsimlerini bile duymamıştım, ki tarihle içli dışlı olduğum bir dönemim var hayatımda. (Ne utanıyorum bunu söylerken bile.) Bu olayların bilinmemesi, daha doğrusu bilinmesinin istenmemesi aslında çok açık. Çünkü gerçekten utanç verici. Kitapta da dediği gibi Livaneli'nin "her devlet öldürür." Ama böylesi cidden bir devlet için yüz karası. 

Kitaba dair çok detay vermek istemiyorum, diyeceğim tek şey okuyun, öğrenin, araştırın. Zaten kitap biter bitmez araştırma isteği duyuyorsunuz. Bir kez daha hayran kaldım Livaneli'ye. 

Eğitim kalitemizin süründüğünü herkes biliyor az çok. Bana göre en çok sürünense tarih eğitimimiz. Adeta çocukları tarihten soğutmak, tiksindirmek için hazırlanmış bir eğitim programı. Ve bu, eğitimin her aşamasında böyle. Üniversite dahil, hatta belki de en çok üniversite. Ceddiyle, atasıyla, geçmişiyle bu kadar övünüp de tarihine bu kadar cahil bir toplum daha var mıdır acaba? Bi şey bildiğimiz yok, ama yine de; ver mehteri, ver mehteri... 

Her şeyimizin içi boş. Bilgimizin, yaptığımız işin, nezaketimizin, sevgimizin... Yarım yamalak bilip, çalışıyormuş gibi görünüp, ayıp olmasın diye kibarlık gösterip, bencilce seviyoruz. 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...