30 Kasım 2013 Cumartesi

Türkan - Ayşe Kulin

ayşe kulin

Ayşe Kulin okumadım daha önce. Bu ilk. Türkan Saylan biyografisini yazmasını bizzat rica etmiş Ayşe Kulin'den. Türkan Saylan'ın en yakın arkadaşı Gökşin Sanal'la mektuplarından derlenen bir kitap "Türkan". Gençliğinden, ölümüne kadar geçen zamanda yaşamı, mücadeleleri, evliliği, çocukları ve son dönemde evinin ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin şubelerinin basılmasıyla yaşadıkları kendi ağzından anlatılıyor. 

Çok sıcak ve rahat okunan bir anlatım. Su gibi akıyor zaten elinizde. 

Türkan Saylan güçlü bir kadın. Güçlü, idealist, sevgi dolu ve çalışkan. Pençeleşmiş el ve ayaklarıyla, vücutlarının her yerini kaplamış yaralarla, insanlardan tecrit edilmiş, kapatılmış ve ölüme terk edilmiş halleriyle cüzzamlılarla tıp öğrenimi sırasında karşılaşıyor ve beynine kazınıyor. Bu hastalığın tedavisine ve cüzzamlılara adıyor ömrünü. Herkes kaçarken, o dokunuyor onlara, dinliyor, ilgileniyor. İhtisasını bu alanda yaptıktan sonra, ülke genelinde insanların bilinçlenmesi için büyük işler başarıyor. Ekip oluşturarak Doğu'ya gidiyor. Cüzzamlıların tespiti ve tedavisiyle bizzat ilgileniyor. 

Hastaları iyileştiriyor, onlara iş bulunmasına ve hayatlarını idame etmelerine yardımcı oluyor. Bu aşamada, okutulmayan kız çocukları için de burs toplamaya başlıyor. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği kuruluyor. Kardelenler adıyla anılan projeye imza atılıyor. Binlerce kız çocuğu okutuluyor bağışlar sayesinde. 

Kısacası ömrü çalışmayla geçmiş bir insan. Hiç durmadan çalışmakla. Her şeye rağmen çalışmakla. İki evlilik ve iki çocuk. Umutlarını kıran iki evliliğe rağmen, engellemelere, hastalıklara rağmen hiç durmadan amaca koşulmuş bir hayat. Her zaman hayranlık duyarım, idealleri yoluna hayatını adamış insanlara. Sıcak evini, düzenini bırakıp idealleri uğrunda koşturan başarılı insanlara. Türkan Saylan'ın hayatı gerçekten başarılarla dolu. Dolu dolu geçmiş, büyük işler başarmış bir insan. 

Kitabın öyle yerlerine öyle şiirler yerleştirilmiş ki, öylesine oturmuş ki. İşte onlardan biri;

"Yaşamak şakaya gelmez, Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın Bir sincap gibi mesela, Yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, Yani bütün işin gücün yaşamak olacak. Yaşamayı ciddiye alacaksın, Yani o derecede, öylesine ki, Mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, Yahut kocaman gözlüklerin, Beyaz gömleğinle bir laboratuvarda                        İnsanlar için ölebileceksin, hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, hem de en güzel en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin halde. Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, Yaşamak yanı ağır bastığından. "

28 Kasım 2013 Perşembe

Kimse beni sevmiyor(muş)...




Bir yakınım; "insanları sevmiyorsun, o yüzden de hiç kimse seni sevmiyor" dedi. 

Kırıldım...

Kırılma sebebim neydi diye düşündüm sonra. Bunu söyleyen kişinin sevdiğim bir yakınım olması mı? "Kimse seni sevmiyor" denmesinin yarattığı kalp sızısı mı? Bilmem.

Aslında biliyorum. İnsanların beni sevmemesi zerre umurumda değil. Şöyle bir farkla, benim sevdiğim az sayıda insanın da beni sevdiğini düşünüyorum. Ben öyle olduğunu düşünüyorum tabi. Belki onlar da sevmiyordur beni. Belki dediği doğrudur, kimse sevmiyordur beni. 

Boğazınıza tıkanır ya yumru, yutkunamazsınız. Öyle oldu işte bir anda. Birden yaşlar aktı gözlerimden. Üzüldüm işte yaa, kırıldım. Paramparça oldum. Kızgınlık değildi, kırılmaktı bu. Parçalanmaktı. 

Evet, sevmiyorum insanları. Çünkü sinsiler, çünkü acımasızlar, çünkü yapmacıklar, ikiyüzlüler, zalimler. Sevmiyorum, sevmediğim insanların beni sevmeleri için de uğraşmıyorum. Kimseye hissetmediğim şekilde davranamıyorum. Sevmiyorsam belli ediyorum sevmediğimi işte. Benim sevgim  zalim değil, yapmacık değil, sahte değil. Neyse o işte. O yüzden dostum da yok, çevrem de geniş değil. O yüzden çıkardım hayatımdan birer birer dostlarımı, dost bildiklerimi. Kaldı elimde bir tek eşim, ailem ve kızım Üzüm'ün sevgisi. Az olsun, gerçek olsun dedim. Öyle istedim. 

Buraya yazmamın sebeplerinden biri de işte bu yalnızlık ve anlaşılamama hissi. Kendini anlatma hissi. Sizi anlayan, sizi anladığını hissettiğiniz biriyle dertleşmenin değeri neyle ölçülebilir? Bazen konuştuğunuz şeylerin hiçbir etkisi olmadığını görürsünüz. Kendi kendinize konuşmak gibi yani... Bir şey söylediğinizde karşınızdakinin de kendi düşüncesini söylemesini, size katılmasını ya da karşı görüş söylemesini beklersiniz değil mi? Bazen de işte sadece beklersiniz. Hiçbir tepki, hiçbir diyalog olmadan beklersiniz. Önceden sizinle konuşmayı çok seven biri artık söylediğiniz şeyleri duymuyor gibiyse ne hissedersiniz? 

Neyse konu bu değildi...

Sevgisiz miyim? Benim içimdeki sevgiden bahsedersek, hayır. Şöyle tarif edilebilir benim sevgim, az kişiye, çok canlıya duyulan yoğun sevgi. Evet, sevmiyorum insanları. Hayvanları insanlardan daha çok seviyorum. Ya da şöyle diyeyim, tüm hayvanları ve bazı insanları seviyorum. Peki insanların beni sevmesini istiyor muyum? Hayır. Kimsenin beni sevmesi için çaba göstermem. 

Peki neden bu kadar yaralandım ben bu lafa? İçimde aslında bunun acısını mı taşıyorum? Kimse beni sevmiyooooo ühüüüü diye hönkürüyor muyum içten içe? HAYIR. Bu lafı söyleyen kişi, ben ağladıktan sonra aynen böyle düşündü, adım gibi eminim. Aslında içten içe bu durumun beni çok üzdüğünü, kimsenin beni sevmediği için ağladığımı düşündü. Ama öyle değil işte. Bunu söyleyen kişi o olduğu için üzüldüm ve ağladım. Sevmediğim insanlar beni sevse ne olur sevmese ne olur allahaşkına. Çok da tın derler ya, aynen öyle. Tüm yüreğimle ve dürüstçe tekrar söylüyorum, sevmediğim tüm o insanların beni sevmiyor oluşları hiç umurumda değil. Üzüleceğim şey, sevdiğim az sayıda insanın beni sevmiyor oluşu olurdu. 

25 Kasım 2013 Pazartesi

Güzel İzmir'im ve çekemeyenleri hakkında

Bugün izin dönüşü olması sebebiyle çok stresli başladı. Hatta gece de zordu, çünkü zor uyudum stresten. Halbuki sadece bir haftacık izne çıktım ama bünye rahata çabuk alışıyor :) Nasıl uyancam o saatte, öff pöffle yattık. Kalktık tabi s.s. kuralıyla sabahın köründe. Ezan okunurken kalkıyorum o derece vahim :(  Bir kalktım dehşet yağmur yağıyor. Tam uyuncak hava var yani. Neyse çıktık gittik işe. Mesai arkadaşlarım  bir saat geç geldiler. Trafik girmiş tabi birbirine. Arabalar yollarda kalmış, yarıya kadar su. Şiddetini artırarak devam etti ve beklenen sonuç; evleri, iş yerlerini su bastı, pek çok araç bozuldu, yollarda kaldı vs. 

Ve bazıları var ki İzmir'in başına kötü şeyler gelse de ohhh desek diye bekliyorlar. Tivitçi Başkan diyorum ben ona :) Kendisi 24 saat twitter başında sağa sola, ona buna sataşmayı meslek edinmiş biri. Şöyle demiş kendileri "Balık adam gönderelim mi". Nasıl bir belediye başkanı, aynı ülkede başka bir kentin başına gelen doğal bir felaketle dalga geçebilir? Sizin aklınız, mantığınız alıyor mu? 

Ben İzmir'in belediyeciliğini savunmuyorum ancak şu da bir gerçek ki sırf CHP'li yönetim var diye engel de olunuyor. Çok gördük bunu. Başka belediyelerin saatte imza aldığı iş, İzmir için aylarca bekletiliyor, süründürülüyor. Kaynak ayrılmıyor ya da eksik ayrılıyor. Maksat CHP'yi seçen İzmir halkını cezalandırmak. Sonra da geçip "oh olsun, siz istediniz" demek. "Bizi seçene kadar size su yok" demek. Zaten benim açımdan bu zihniyete oy vermek mümkün değil de, verecekler için de ters tepeceğini düşünüyorum bu zihniyetin. En azından İzmir'de ters tepeceğini düşünüyorum. Evet, hala İzmir'imden ve İzmir'limden umutluyum. Ama zaman zaman da korkmuyor değilim. Katakulliye getirip alırlar mı acaba diye. Güvenim yok çünkü artık seçime de, sisteme de. 

Neyse Başkan Aziz Kocaoğlu güzel bir cevap vermiş. "Balıkadam kullanmayı Melih Bey bizden çok daha iyi bilir. Çok değil 2 yıl önce, Çetin Emeç Bulvarı’ndaki alt geçitte araçlar ve vatandaşlar 6-7 metre suda mahsur kalmadı mı?"

Aha bu da kanıtı :)

Bu bir doğal afettir. Alt yapın, üst yapın mükemmel olsun doğal bir afette elin kolun bağlanır. Yapacak şeyin kalmaz. Amerika, hortuma, fırtınaya, yağmura teslim olmuyor mu? Belediyeciliğinin eksikliğinden mi oluyor? Hayır, İzmir'in alt yapısı mükemmel falan da demiyorum. Eksikleri çok fazla ama diyorum ya kafamın almadığı, beni isyan ettiren, sinir eden şey bunların bu "oh olsun" zihniyeti. İzmir'in başına gelecek büyük bir felaket olsa, kurtulduk topundan diye göbek atacaklar bunlar. 

Yani lafın kısası efenim, İzmir kadar taş düşsün başınıza :)

22 Kasım 2013 Cuma

Dünyayı Değiştiren Kadınlar - Norgard Kohlhagen

norgard kohlhagen
Kabuklar geçen gün topladıklarım. Boyanma aşaması  tamamlandı. Devamı sonraya :)

Kitabı ne zaman aldığımı hatırlamıyorum. İlk sayfaya tarih ve yer yazma alışkanlığım vardır halbuki. Buna yazmamışım. Kötü bir huyum da vardır ki okuduğum şeyleri çabuk unutuyorum. Bu blogu yazmamın birincil amacı da okuduğum kitapları unutmamak. Onlar hakkında kısa notlar düşmek. Yıllar önce alınmış ve okunmuş bir kitap ama ben ilk kez okuyor gibi okudum. 

Kitapta 25 kadının yaşamı ve görüşleri anlatılıyor kısa kısa. Bu dünyada iz bırakmış kadınlar. Kimler derseniz; 
  • Mary Wollstonecraft
  • Germaine de Stael Holstein
  • Bettina Von Arnim
  • Anette von Droste Hülshoft
  • Flora Tristan
  • George Sand
  • Harriet Beecher Stowe
  • Fanny Lewald
  • Mathilde Franziska Anneke
  • Louise Otto Peters
  • Florence Nightingale
  • Hedwig Dohm
  • Emmeline Pankhurst
  • Sylvia Pankhurst
  • Franziska Tiburtius
  • Bertha von Suttner
  • Vera Figner
  • Clara Zetkin
  • Lily Braun
  • Kathe Kollwitz
  • Adelheid Popp
  • Maria Montessori
  • Rosa Luxemberg
  • Virginia Woolf
  • Katherine Mansfield
  • Simone de Beauvoir
Bu 25 kadının ortak noktaları şu: "Normal" görülmüyorlar, aşağılanıyorlar, küçümseniyorlar. Hepsi de kurallara, yerleşmiş kalıplara karşı çıkma cesaretini gösteriyorlar. Çok uzun zamanlardan bahsetmiyoruz, 100 yıl öncesine kadar kadınların oy verme hakları dahi yoktu. Aslında gerçekçi bakarsak kadın hakları, köleliğin kaldırılması gibi şu anda çok normal gelen şeyler için ne kadar da geç kalınmış. 

İnsanın ahlak anlayışı gerçekten şaşırtıcı olabiliyor. Şu an köleliği düşündüğümüzde ne kadar insanlık dışı geliyor değil mi? Mal gibi alınıp satılan, canlarının dahi bir değeri olmayan, sadece siyah oldukları için insan görülmeyen köleler. Sizce bu vicdan yoksunluğu geride mi kaldı. Aslında konuyu buraya getirmek istemiyorum ama değinmeden edemeyeceğim. Hayvan hakları konusunda şu anda tüm insanlık vicdanını öldürmüş durumda. Hitlerin Yahudilere yaptığı katliamların hepsini ve fazlasını biz insanlar her saniye bu canlılara yapıyoruz. Sırf bizim türümüzden değiller diye. Düşlüyorum da, gün gelecek, "bir zamanlar insanlar hayvanların derilerini canlı canlı yüzüyorlarmış, onları hapsedip üzerlerinde deneyler yapıyorlarmış, kafeslerde tutup, türlü işkencelerle ve zulümle öldürüyorlarmış", denecek mi? Şimdi köleliği nasıl yadırgıyorsak gün gelecek insan türünden başka canlılara yaptıklarımız için de vicdanımız kanayacak mı? Umarım...

Kadın hakları bile henüz tam olarak kazanılmamış ve hala yadırganıyorken hayvan haklarından bahsetmek için sanırım yüzyılların daha geçmesi gerekecek. Neyse yine konuyu hayvancıklara getirdim :) Dönelim bu 25 kadına. Ben sadece 4 tanesinin ismini biliyordum. Bunlar da Virginia Woolf, Simone deBeauvoir, Florance Nightingale ve Maria Montessori. Kitabı okurken kendimle benzettiğim o kadar çok yön buldum ki. Bu, benim de "normal" olmadığımın bir kanıtı sanırım. Kadın, tarihin her döneminde ezilmiş, hor görülmüş. Çoğu hak elde edilmiş bile olsa kadının üzerindeki ikincil olma durumu henüz kalkmış değil. Bunun için çalışmış, hayatlarını adamış bu kadınlara -ve burada ismi geçmeyenlere- çok şey borçluyuz. Bu cesareti o dönemlerde göstermek bile büyük bir başarı.  


Gündelik zırvalar


Neden zaman tatildeyseniz daha hızlı geçer? Aslında sadece tatilde değil, kendinizi mutlu hissettiğiniz anlarda diyelim. Sıkıldığınız, acı çektiğiniz zamanlardaysa geçmek bilmez. Bir haftayı bitirdim işte. Yarın ve Pazar gününü saymıyorum bile. Onların hızını tahmin edebiliyorum :) 

Bugün acayip bir yağmur ve fırtınayla uyandım. Kalktım, pencereden baktım, uçuyordu her yer. Saate baktım 8:30. Ohhhh be dedim, yatağıma geri döndüm :) Ne büyük keyif böyle havalarda yataktan çıkmak zorunda olmamak. 

İki gündür evden dışarı çıkmadım. Evimi seviyorum. Evde olmayı seviyorum. Salı günü Alsancağa gittik. Öyle turladık amaçsız. Kitapçılara girdim. Kitapçıları ve kırtasiyeleri çok severim. Ama uzun zamandır kitapevlerinden kitap almıyorum. Oralarda bakıyorum, geziyorum, dokunuyorum. İnternetten alıyorum. Çünkü gerçekten fiyat farkı var. Alsancak Sevgi Yolu'ndan iki tane ikinci el kitap aldık sadece. Biri Ayşe Kulin'in Türkan. Diğeri de Dostoyevski'nin Kumarbaz'ı. Kitapçıları gezerken hep bir panik havası sarar beni. Ne kadar çok okunacak kitap var ve ben hepsini okuyamayacağım. Daha fazla ve daha hızlı okumalıyım. 

Fotoğraftaki kedi gerçek midir, yoksa boyamışlar mı bilmiyorum ama baktıkça dişlerimi sıkıyorum. Kedi Emrah :) Başka bir adı olamaz değil mi? 

18 Kasım 2013 Pazartesi

Tatildeyim :)

Bu hafta izinliyim. Eşim geçen haftadan beri izinliydi, sabahın köründe kalkıp işe giderken aynı evde birinin horul horul uyuması kadar sinir bozucu bir şey var mıdır? İnsan çöküyor, depresyona giriyor yeminle :)  Neyse işte dayanamadım bir hafta da ben izin aldım. Bu hafta beraberce izinliyiz yani. Daha önce bahsetmiştim, arkadaşlarla gittik, çok güzel bir yerdi ama hiç keyif alamadım diye. İnciraltı Kent Ormanı. İşte bugün oraya gittik. Eşim, enişte ve ben. Onların derdi yine balıktı. Sabahtan çıktık, kahvaltımızı yaptık. Lanet termos çatlamış sanırım. Güzelim çaylar akmış gitmiş. Öyle bir yere gidip de şöyle durup durup çay içmemek feci bişi. 


Yine dostlarım vardı. Zavallıcığın ayağı aksıyordu.  Sanırım aşağılık insanın biri tekmelemiş ya da vurmuş, insanlardan da korkuyordu yavrucak. Çantamda her zamanki gibi kedi, köpek maması vardı. Biraz verdim, sonra alıştı. Deniz kenarında derin bir uyku çekti sonra. Rüya bile gördü :) Sanırım koşuyordu rüyasında. Eşimle eniştem balık tuttu bütün gün. Ben yürüyüş yaptım önce.



Hafta içi olmasının güzelliği başkaydı, oldukça sakindi. Yürüyüşe ve balığa gelen emeklilerle, genç çiftler vardı. Hava da çok güzeldi. Ben ormanı, ağacı çok seviyorum. Deniz mi, orman mı deseniz, ormanı tercih ederim. Ama ikisi birden olunca tadından yenmiyor. 


İlk çıktığımda fotoğraf makinemi unutmuşum. Sonra bir tur daha attım. Sırf fotoğraf çekeyim de blog yazayım diye :) Alışkanlık haline geldi. Bir yere gidince, bir film izleyince ya da ilginç bir olay yaşayınca hemen buraya yazmak geliyor içimden. Fotoğraf makinesi almak elzem oldu yani bir yere giderken :) Yalnız dün babama giderken almayı unutmuşum, çok pişman oldum. Babamın keçilerden biri doğurdu, mini mini iki tane bebek. O kadar güzeller ki. Keşke çekebilseydim fotoğraflarını. 


Artık yaprakları dökülen bu ağaçlar rüzgarla öyle bir ses çıkarıyorlardı ki. Rüzgar çanı gibi. Yapraklar sallandıkça sanki yağmur yağıyor gibi ses çıkarıyorlardı. Bir süre de onların seslerini dinledim, huzur buldum :) 


Denize nazır masamız. Yürüyüş sonrası burada kitap okudum. Olmayan şey daha da istenir ya, canım feci şekilde çay istedi ama nafile. En kısa zamanda koccaman bir termos alınacak.


Sonra da kıyıdan deniz kabuğu topladım. Odam için bir şeyler düşünüyorum. Umarım üşenmem de yaparım. Yaparsam tabi ki fotoğrafları burada olacak. Akşam da geldik evimize. Şimdi de muhallebili kadayıf tatlısı yaptım efenim. Bugünüm çok huzurlu geçti yani. Keşke hep böyle olsa, para derdi olmasa, istediğimiz zaman istediğimiz gibi yaşasak. Ahhh ahhh.

15 Kasım 2013 Cuma

Maaş günü ve parasal mevzular

Ayın 15'i demek bizim için borçların ödenme günü demek. Eşim de ben de devlet memuru olduğumuz için ay başı bizim için 15'idir. İkimizin de cebinde para olmaz genelde. İnternet bankacılığına girer, havale, eft, kredi kartları, faturalar, vergiler derken maaşı öğlene kadar gerekli yerlere dağıtır, bitiririm. Sonrasında da para falan çekmeyiz. Harcamalarımızı kartlarla yaparız. Yani bizim cebimizin para falan gördüğü yok. Çoğu zaman görüyorum insanlar cebinden tomarla para çıkarıyorlar alışveriş yaparken. Ben uzun zamandır para taşımadığım için tuhaf geliyor bana. Maaş bankaya yatıyor, ben internetten girip sağa sola dağıtıp çıkıyorum. İşte bu kadar :) 

Evin parasal mevzuları benim sorumluluğumda. Maliye bakanı benim yani. Eşim internet bankacılığı giriş numaralarını bile bilmez. Ben girerim, cebe gelen şifreyi o bana söyler, paraları dağıtırım. 

İki kişi olduğumuzdan, eve öyle yüklü alışveriş falan yaptığımız da yoktur. Çok gelen gidenimiz de yok. Dolapta da öyle çeşit çeşit şeyimiz olmaz. Onun içindir ki, misafir falan geleceği zaman markete gittiğimizde şok üstüne şok yaşıyoruz. Geçen anlattığım misafir olayı öncesi alışverişimizde de aynısı oldu. Altı üstü kahvaltılık alışverişi yaptık. Lüks falan da değildi aldıklarımız yahu. Kasaya geldiğimizde şaşırdık kaldık. Hadi biz 2 kişiyiz, öyle aman aman yemekler yapıp yediğimiz, her hafta market alışverişine çıktığımız falan yok. Çoluk çocuğu olanlar, kalabalık aileler nasıl geçiniyor cidden. Son yıllarda dünyanın en iyi ekonomilerinden birine sahip olduğumuzdan dolayı sanırım böyle oluyor :)

Haa bu arada, dün bir haber gördüm ve yine acayip sinirlendim. Özel okullara giden öğrencilerin masraflarının bir kısmını devlet karşılayacakmış. Ne güzel dimi. Fakirden aldıkça al, zengine destek ol. Diş, göz tedavilerini artık devlet karşılamayacakmış. Parası olan zaten özelde yaptırıyordu dişini, gözünü. Fakir adam ne yapsın. Devlet sanırım diş ve göz tedavilerinin lüks olduğunu düşünüyor. Fakirin gözü çıksın, dişi dökülsün, mühim değil. Onlar zenginin okul masraflarını karşılasın. Gel de sinir olmaaaaa. Yahu bu %50 nasıl savunuyor bu politikaları anlamıyorum. Adamların ağzından ekmeğini alıp, zenginlere dağıtsa yaşa başbakanım diyecekler. Allah akıl fikir versin bunlara, ne diyeyim. Beyin herkes de var da, kullanan az işte.


13 Kasım 2013 Çarşamba

Bonobo ve Ateist - Frans De Waal



frans de waal

Bu aralar Popüler Bilim kitapları ilgimi çekiyor. Özellikle evrimle ilgili olanlar. Frans De Waal, ömrünü şempanze ve bonoboları araştırmaya adamış bir primatolog, etolog ve psikolog. Senelerdir süren araştırmalar ve gözlemlerle Waal şu sonuca varır; ahlaki davranış ne dinle başlamıştır, ne de dinle biter; evrimin bir ürünüdür. 

Kitapta bonobolar üzerinde yapılmış gözlemlerden müthiş örnekler var. Bu arada bu kitabı okuyana kadar "bonobo" diye bir tür olduğundan bile habersizdim. Bonobo, şempanze cinsini oluşturan iki türden biriymiş ve yakın zamana kadar da cüce şempanze olarak bilinirmiş. Farklı bir tür olduğu anca 1928'de keşfedilmiş. Bonobolar, cinselliklerine düşkün oldukları için sanırım bu kadar sansüre uğramışlar ve bilinmiyorlar. Çünkü sosyal hayatlarında cinsel oyunlar büyük yer tutuyormuş. Seks, bir üreme aracı olmasının dışında sosyal hayatın tamamında yaygın olarak varmış ve sorunların çözümünde ya da ödüllendirmede sıkça başvuruluyormuş. Kısacası, biz bile cinselliği hayattan soyutlamaya çalışıp, üreme dışında neredeyse ayıplarken, bonobolar keyfini sürüyorlar :)

Kendisi de ateist olan yazar, militan ateizm dediği, ateşli ateizm savunucularına pek çok gönderme de yapmış. Bunların arasında Dawkins'de var. Yazara göre, ahlakın kaynağı din olmasa da, birçok insanın bu yöndeki davranışlarına şekil veriyor ve sosyal hayatımızın ayrılmaz bir parçasını oluşturuyor. En azından şimdilik ve yakın gelecekte insanları, dinin, bizim yarattığımız bir şey olduğuna inanmasını çok küçük bir ihtimal olarak görüyor.

Bir iyiliği ya da kötülüğü ceza ya da ödül karşılığında yapan insan mı sizce daha dürüst ve daha iyidir yoksa hiçbir dini inancı olmadığı halde yapan insan mı? Cennetteki hurileri düşünerek namaz kılan insan mı daha ahlaklıdır, sokakta yaralı bir hayvana yardım eden bir ateist mi? Din olmasa gerçekten ahlaksız mı olurduk acaba? İnsan hep gözetlendiği ve davranışlarının kaydedildiği hissiyle mi bastırıyor tüm ahlaksızlığını? 

Ve alıntılar;
  • İnsanın evrimden şüphe etmesi için kanıtlara karşı epey bağışıklık sahibi olması lazım, bu yüzden de şüphecileri ikna etmeye yönelik kitaplar ve belgeseller boşa zahmet. Dinlemeye açık olanlar için çok yararlı olsalar da hedef kitlelerine ulaşamıyorlar. Ahlakın doğrudan yaratıcı Tanrı'dan geldiğine inanan birisi için evrimi kabul etmek manevi bir uçurum demektir.
  • Belki sadece ben böyle düşünüyorumdur ama menfur bir davranışta bulunmasını engelleyen tek şey inanç sistemi olan insandan korkarım. Yaşanabilir bir toplum için gerekli özdenetim de dahil, bütün insanlığımızın yapımızda olduğunu neden düşünmeyelim? Atalarımızın henüz din sahibi olmadıkları zamanlarda sosyal normlarının olmadığına hakikaten inanan var mı?
  • Dinden önceki insan hayatı ille de herkesin birbirinin gözünü oyduğu bir hayat tarzı değildi. Din, bize normalde yapmayacağımız şeyleri yaptırmaktan ziyade, doğal eğilimlerimizi destekleme ve güçlendirme gibi bir katkıda bulunuyor olabilir. Bu kuşkusuz Rabbinin düşündüğünden çok daha mütevazi bir katkıdır.
  • İnsanlar sadece inanmak istedikleri için inanırlar. Bu bütün dinler için geçerlidir. İnanç belli insanlara, hikayelere, ritüellere ve değerlere duyulan bağlılıktan çıkar. Emniyet, otorite ve ait olma arzusu gibi duygusal ihtiyaçları karşılar.Müminlerin inanması beklenen şeylerin biraz akıl almaz olabildiğine katılıyorum ama ateistler, kutsal kitaplarının gerçekliğiyle dalga geçerek ya da onların Tanrılarını Uçan Spagetti Canavarıyla kıyaslayarak insanları inançlarından vazgeçmeye ikna edemezler.
  • Yapılan araştırmalarda inanmayanların başkalarının durumlarına karşı daha duyarlı olduğu, özgeciliklerinin merhamet duygusundan kaynaklandığı ortaya çıkmış. İnananlarsa daha ziyade vazife duygusuyla ve dinlerinin onlara buyurduğu davranış kalıplarıyla harekete geçiyorlarmış. Sonuçta ortaya çıkan davranış aynı olsa da sebepleri farklı görünüyor. Besbelli iyilik yapmak için pek çok sebep var ve din bunlardan yalnızca bir tanesi.
  • Ahlak kanunu yukarıdan dayatılmaz ya da akıl yürütme sonucu varılmış ilkelerden çıkmaz, ezelden beri var olan, içe işlemiş değerlerden kaynaklanır. En temel kanun, grup yaşantısının hayatta tutma değerinden çıkar. Ait olma, iyi geçinme, sevme, sevilme arzusu, bağlı olduğumuz bireylerle iyi ilişkiler sürdürmek için elimizden geleni yapmamızı sağlar.
  • Dinin, geçmişte çok önemli olan, yakın bir gelecekte de belli ki önemini koruyacak olan rolünü küçümsemek gibi bir niyetim yok ama ahlakın kaynağının din olmadığını da söylemek lazım.
Kesinlikle okunmalı...


12 Kasım 2013 Salı

Misafirkovar Üzüm


Haftasonu misafirlerimiz vardı. Eşimin arkadaşı, eşi ve çocukları. Kahvaltıya geleceklerdi, öğleden sonra bir yerlere gidip gezilecek, akşam yemeği yenip eve gelinecek ve bizde yatacaklardı.

Asosyal ve amisafirperver (bunu da ben uydurdum :P) bir insan olarak baya bi stres yapmıştım. Günler öncesinden neler hazırlanacak, neler yenip içilecek, kim nereye oturacak, nereye gidilecek, hangi nevresim çıkarılacaklara kadar en ufak detayları kafamda düzenlemeye koyuldum. Her şey plan dahilinde olmalı, ben de böyle bir insanım işte. Son dakika değişikliklerini hazmetmiyor benim bünyem. Rahatsız oluyorum, stres yapıyorum.

Neyse, internetten kahvaltılık tarifler buldum, notlarımı aldım ve bir alışveriş listesi çıkardım. Perşembe günü alışveriş yaptık, Cuma temizlik ve hazırlık günüydü. Eşim temizlik kısmını sağolsun tek başına halletti. Ben de mutfakta hazırlıkları tamamladım. 

Cumartesi erkenden kalktık, son hazırlıklar. Toplamda 7 kişiydik, sanki orduyu ağırlayacak gibi anlattığıma bakmayın. Hoş 2 kişi de ağırlasam ben yine panik olurum. Ama miiikemmel bir kahvaltı sofrası hazırladığımı da söylemeliyim :) Ben kahvaltı insanıyım zaten. Haftasonları şöyle uzun uzun kahvaltı yapayım çok severim de bir türlü gerçekleştiremem. Çünkü eşimin kahvaltı yapma süresi 10 dakikayı geçmez. Hemen yer ve biter. Hiç keyifli değil. 

Geldi misafirlerimiz, hemen sofraya geçtik. Yedik, içtik. İstediğim gibi güzel sohbetli bir masa değildi ve uzun uzun yemedik. Bu arada Üzüm kızımı gören misafirlerimiz uzun süren bir şok yaşadılar. Ve sevgili misafirlerimizin sanırsam 8 yaşındaki çocukları korkudan ağlamaya başladı. Evet kedimi gördü ve ağladı :) "Kedi girmesiiinnnn", "kapıyı kapatınnnn" çığlıklarıyla sofrayı kaldırdık. Benimse yavrumu bir odada kapatma gibi bir girişimim elbette ki olmadı :)

Sonra biraz oturduk, havadan sudan, fasa fisodan konuştuk. Dışarı çıktık. Gezdik, dolandık, yemek yedik ve sürpriz; bizde kalmadılar. Başka sebepler sunsalar da, Üzüm etkisi olduğunu düşüyorum ben. Misafirkovar Üzüm. Kızım da bana çekmiş, yalnızlıktan, sessizlikten, düzenden hoşlanıyor. Kalabalık olmasın, anneciği, babacığından başkası olmasın, düzeni bozulmasın. Hemen strese girer ve de strese sokar :)

Ben nasılsam eşim de benim tam tersimdir. O konuda sıkıntı yaşadığımız zamanlar oluyor tabi. Misafirperver kocam, kalabalığı da sever. Zıt kutuplar çekermiş birbirini :) Ama Cumartesi günü eve yalnız girdiğimizde onun da söylediği "oh be iyi ki kalmadılar" oldu. Üzüm üzüme baka baka mı demeli bilmem ki :P

Not: Foto alıntıdır ve içerikle alakası yoktur. Hoşlaştım, koydum sadece. İlla alakalı mı olmalı, diye de savunayım kendimi :)

7 Kasım 2013 Perşembe

Devlet Nişanı ???

Nişandan T.C ibaresini ve Atatürk resmini kaldırırsan geriye ne kalıyor? 

T.C yani Türkiye Cumhuriyeti. Adamlar Apo'nun isteğiyle Türkiye'nin adını bile değiştirecekler yakında. Cumhuriyet kelimesi ise zaten içlerinde bir uhde. Batıyor besbelli senelerdir. Fırsat geçince de kaldırırlar işte böyle. Zaten kendisi demiş vakti zamanında, "Cumhuriyet amaç değil, araçtır" diye. Adamın işi bitince kaldırıp atacak işte. Cumhuriyet de neymiş. 

Geriye kalıyor Atatürk. Bu konuya hiç değinmesek de olur. Bu ülkede yaşayıp da bu adamların Atatürk alerjisinden haberdar olmayan varsa, diyecek laf yok. 

Atatürk'ü kaldır, T.C'yi kaldır. Sonra da devlet nişanı de buna. Hangi devletin nişanı bu pardon?? Devletin kurucusunun ve adının olmadığı bir nişan. Gazoz kapağı tak onun yerine sen en iyisi. 

6 Kasım 2013 Çarşamba

Kızlı Erkekli Mevzuları



Biliyorum ki, bu da bir gündem yaratma-değiştirme saçmalaması. Vatandaşın eline bir oyuncak verip önemli mevzudaki yasaları vs.çaktırmadan sessiz sedasız halletme oyunları.  Bakalım ardında ne saklıyor bu beyanat. Televizyon bile izlemiyorum görmemek, duymamak için. Çünkü tüylerim diken diken oluyor, mideme kramplar giriyor. Ciddi anlamda bünyem sapıtıyor sinirden. Ama nafile... Gündem yaratmada, insanları birbirine düşürmede o kadar üstün bir başarı sağlıyorlar ki, uzak kalmak mümkün değil.

Kızlı erkekli aynı evde kalmak, kızlı erkekli aynı sınıflarda okumak, aynı otobüse binmek... Bunun sonu var mı? Bugün aynı evde kalmak derler, yarın aynı sınıfta okumak vs.vs. Bu zihniyet için bir kadın ve bir erkek sadece üreme maksatlı cinsel ilişki için bir arada bulunmalı. Bu insanların zihninde kadın ve erkek o kadar ayrılmış ki birbirinden, bir araya gelmeleri durumunda akıllarına gelen tek şey seks. Çünkü sadece o iş için bir araya gelinmeli. O yüzden bu sapık zihniyet için kadının sesi, saç teli bile tahrik unsuru olabiliyor.

Siz sanıyor musunuz, bu kişilere oy verenlerin bu beyanatları yadırgadığını ya da desteklemediğini. Ağızlarının suyu akıyordur. Yaşa başbakanım, daha çok istiyoruz başbakanım diye. "Tehlikenin farkında mısınız?" cümlesinin anlamını kavramayanlar için yeterli koşullar ne zaman tamamlanacak çok merak ediyorum. Bir günde gerçekleşmiyor evet, kademe kademe oluşuyor taban. Ama bir gün bir bakmışsınız tüm özgürlüğünüz alınmış elinizden. Siz o son günde farkında varırsınız belki ama yıllar sürmüş bir zemin hazırlanmıştır çoktan. İşte şimdi bu dönemi yaşıyoruz.

İzlemeyenler için "Persepolis" izlenmesi şiddetle tavsiye edilir. Bir bakmışsınız bir gün manavdan muz, patlıcan almanız, araba kullanmanız bile yasaklanmış. Bunlar yaşanmaz sanıyorsanız yanılıyorsunuz, çünkü bugünkü İran da bir zamanlar son derece moderndi. O zamanlar onlar da akıllarına getirmiyordur bunların yaşanabileceğini.

Ben İzmir'de büyüdüm. Çocukluğumda kızlı erkekli gece yarılarına kadar sokaklarda oyun oynardık. Erkek arkadaşlarımın sayısı kız arkadaşlarımı geçerdi. Çünkü daha iyi anlaşırdım erkeklerle. Ailem, hiçbir zaman cinsiyet ayrımı yapmadı. Ortaokulda, lisede erkek arkadaşlarım da oldu. Babamın bilgisi de oldu. Ama normali buydu benim için. Babam yadırgasa da şiddetli bir tepki görmedim hiçbir zaman. Kız babası olmanın sıkıntısıydı yadırgaması da, ki gayet normaldi.  Üniversitede, bir kız arkadaşımla ev tuttuk. Arkadaşlarımız bize gelirdi, biz de onlara giderdik. Beren Saat geçenlerde demiş ya "biz tuttu fruttiyle büyüdük de sapık mı olduk" diye. Aynen katılıyorum, biz kızlı erkekli sokaklarda oynadık, erkek arkadaşlarımızla gezdik, tozduk da sapık mı olduk, fahişe mi olduk?

İnsanların bir arada olmasından, sosyal ortamlarda bulunmasından, kız ve erkek arkadaşlarının olmasından daha normal ne olabilir ki? Eşimin memleketi anadolunun en tutucu yerlerinden birisi. Ben yetiştiğim ortamda görmediğim şeyleri orada gördüm. Mesela, kadınlar ve erkeklerin ayrı yerlerde oturması, misafirlerin ayrı odalarda ağırlanması gibi. Ayrıca böyle yerlerde erkekler, evli de olsalar, bekar da olsalar, sadece erkeklerle takılıyorlar. Eşleriyle beraber bir yerlere gitmek pek rastlanır bir şey değil. Erkekler erkek arkadaşlarıyla geçiriyorlar tüm gecelerini nerdeyse. Kahvelerde oturuluyor. Kadınlarsa evlerde, yer, içer, dedikodu yaparlar. Evli erkeklerin, eşlerini evde bırakıp, erkek arkadaşlarıyla denize, tatile falan gittiklerini gördüm ki "oha artık" dedim. Bu zihniyet, evlendikleri kadınları "eş" olarak görmezler, oturup sohbet edecek bir şey bulamazlar. Bana çok anormal geldi bu durum açıkçası. 

Herhangi bir şeyi, ne kadar yasaklarsan o kadar çekici hale gelir. Bu değişmez bir kuraldır. Anadolunun baskıcı tutumu, genç insanlarda cinselliği ve karşı cinsi bir tabu haline getirmiş. Onun için de işte çözülemeyen cinsel sorunlarımız var. O yüzden vajinusmus, erken boşalma, iktidarsızlık dizboyu. O yüzden cinsel yetersizliğinin verdiği altedilmişlik duygusunu eşini döverek gidermeye çalışıyor erkeklerimiz. O yüzden kabullenemiyor erkeklerimiz terkedilmeyi. O yüzden kadın cinayetleri bu kadar fazla ülkemizde. 

Biz kimsenin özel hayatına müdahale etmedik derken, evlere baskınlara kadar varacak bu iş sanırım. Bir insanın evi bile özel hayat kapsamına girmiyorsa varın siz düşünün gerisini. Valilik, benim yaşadığım eve ne gibi bir müdahalede bulunabilir? Girip çıkanıma nasıl karışabilir? George Orwell'ın 1984 kitabını okurken yaşadığım endişeyi düşünüyorum da, iş buralara varırsa, distopik bir gelecek bizi bekliyor demektir.

4 Kasım 2013 Pazartesi

Minik Çam Ağacım



Minik çamla ilgili bir önceki yazımda "Karaçam Büyüyor" diye başlık atmıştım. Sevgili resimli günlük beni epey güldürerek kalçam büyüyor şeklinde okumuş başlığımı. O yüzden artık minik çam ağacım diyeceğim :) Yanlış anlamaya sebebiyet vermemek için. Çam ağacımın bir aydır fotosunu çekmemiştim. Halbuki her gün çekmeye niyetliydim. İşte son hali de budur. Sonradan yanında bir de sürpriz çıktı. O da çama benziyor ama değil sanırım. Biraz daha büyüsün belli olur. Yanında minik bir ot vardı hatırlarsanız, onu söktüm başka bir saksıya diktim ama öldü yavrucak. Sonra da bu çıktı. Bereketli bir toprakmış :)

Haftasonu İnciraltı Kent Ormanına gittik. Çok güzel bir yermiş. Neden daha önce gitmedik şaşırdım. Deniz dibinde, ağaçlar içinde, tertemiz, suyu var, tuvaleti var, mis gibi bir yer. Kahvaltı, piknik, yürüyüş, bisiklet için çok uygun bir yer. Gitmeyen İzmir'li varsa tavsiye ederim. Arkadaşlarla gitmiştik. Ben gerçekten asosyal bir insanım. Oraya en kısa zamanda eşimle yalnız gitmenin planlarını yapıyorum. Keyif almadım arkadaşlarla, çünkü planladığım hiçbir şeyi yapamadım. Oraya giderken aklımda kitap okumak, spor yapmak, yürüyüş yapmak falan vardı. Ne kitap okuyabildim, ne de yürüyüş. Ot gibi oturup yedik içtik geldik.   Çoğu şeyi yalnız yapmaktan daha çok keyif alıyorum. Alışverişe gitmek mesela. Kesinlikle kalabalık gitmekten hoşlanmıyorum. Birbirini takip etmekten insan rahat rahat dolaşamıyor ki. Ne yaparsın ben de böyleyim işte :) Seviyorum yalnızlığı. 

1 Kasım 2013 Cuma

Kabuk Adam - Aslı Erdoğan

aslı erdoğan

Aslı Erdoğan'la tanışma kitabım. Kendisinin de ilk kitabıymış. Nasıl bir ilk kitap bu kadar başarılı olur, sormadan, düşünmeden edemiyorum. Önce Aslı Erdoğan'ın kim olduğunu okudum biraz. Ve baya bir şaşırdım. Bilgisayar mühendisliği ve fizik okumuş, üstelik yüksek lisansını da CERN'de hazırlamış. Bilim ve edebiyat. Biri aklın biri kalbin alanı. Aslı Erdoğan ikisinde birden başarılı olabilmiş bir kadın, onun için daha da ilgimi çekti. 2004'te yayımlanmış bu kitabı ve böyle bir yazarı 10 sene kadar sonra keşfetmek, geç kalınmışlık gibi gelebilir. Ama keşfedemediklerimizin sınırı olmadığını bildiğim için çok da geç kalmış saymıyorum kendimi. 

Kabuk Adam ismi aslında pek bir şey çağrıştırmadı ilk başta. Ama kitabı okudukça çok da uygun bir ad olduğunu düşündüm. Aslı Erdoğan, yaralardan bahsediyor çokça kitapta. İnsanı derinden yaralayan olaylardan, bir türlü kabuk tutmayan, tutsa da en ufak dokunuşta kanayan yaralardan. Kendi yaşamıyla da çokça ilintili bir roman Kabuk Adam. Karayiplerde geçen, karayiplerin yakıcılığını, nemini, tehlikesini ve gizemini size yaşatan, iki yaralı insanın aşk hikayesi. Mutlaka okunmalı derim. 

"Size Kabuk Adam’ın öyküsünü anlatacağım, tropik bir adayı, cinayet ve işkencenin, şiddetin bataklığında filizlenen bir aşkı, içinde yetiştiği toprak kadar acı dolu bir aşkı anlatacağım. Çıldırtıcı gücünü sonuna dek yaşanmayan arzulardan, en gizli hayallerden alan bir tutkuyu, ölümle yaşamın sınırında kurulan mucizevi bir dostluğu ve bütün yıkımların nedeni olan korkuyu, insanın en temel özelliği olan korkusunu, alçaklığını, umutsuz yalnızlığını.. Tropiklerde, o gözden ırak adada öğrendim ki, cennetle cehennem iç içedir, ancak bir katil bir peygamber olabilir ve insan bir başkasına, aynı karabüyü ayinlerindeki gibi, dönüşebilir, çünkü insanın tam zıddı gene kendisidir."

"Bazen insana hiçbir şey hatırlamak kadar acı veremez, özellikle de mutluluğu hatırlamak kadar. Unutamamak. Belleğin kaçınılmaz intikamı. Herhangi bir iz taşınıyorsa eğer, bu bir zamanlar bir yara açıldığındandır."

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...