31 Ocak 2014 Cuma

Hava Su ve Toprak İçin 100 Yeşil Adım - Temel KARATAŞ



İklim değişiklikleri, kaynakların azalması, doğaya verilen tahribatların sonuçları, dünya üzerinde var olan tüm canlı hayatı etkiliyor. Sorumlusu bizleriz, insanlar. Ama tüm canlı hayatı bundan etkileniyor. "Tek başıma ben ne yapabilirim?" "Benim suyu az kullanmamla ne değişecek?" Bunlar hep duyduğum şeyler. Değişim, bireyle başlar. Siz değişirseniz çok şey değişir. 

Dün Yeşil Bilgi Platformu'nun sitesinde gördüm bu kitabı. Kitabı buradan okuyabilirsiniz. Hepimizin günlük hayatımızda yapacağımız ufak değişiklikleri maddelemiş. Okuyun, görecekseniz. Zor değil. Doğal ürünlerle temizlik, alışveriş yaparken etiket okumak, çöpleri ayrıştırmak, tüketici çılgınlığına dur demek, bilinçli tüketici olabilmek adına çok yararlı öneriler var. Okuyun, okutun...

30 Ocak 2014 Perşembe

Direne direne kazanacağım - mı acaba -



Bizim toplumumuzda şöyle bir kanı var; et yemeyen insan sağlıksızdır. Fazla kilon yoksa, et yemiyorsan, hastalıklısındır, ya da bünyen zayıf düşmüştür. 

Çalıştığım mekanda toplamda 6 kişi var, ikisiyle yakın temastayım, yani aynı odadayız. İkisi de sürekli ama sürekli hastalar. İkisi de etobur. Tek vejetaryen olarak, aralarında hastalığa karşı en dirençlileri benim. Üstelik sürekli hasta olan, hapşıran, tıksıran insanlar bunlar. Müdürümün yaklaşık 2 aydır geçmeyen bir gribi var. Diğer arkadaşa da bulaştı ama birkaç günlük raporla atlattı kendisi. Hoş yine hasta olmak üzere ya neyse.

Aylardır resmen direniyorum. Ama 2 gündür başlangıcı yaptım, sürekli hapşırık, burun akıntısı var ama tam tutulmadım hastalığa. Her gün adaçayı, zencefilli tarçınlı ballı çaylar içmekten bir hal oldum. Düzenli B vitamini kullanıyorum zaten, yanına da 2 gündür grip için bir ilaç içiyorum. Yani en sonunda beni de hasta etmeyi başaracaklar sanırım.

Bol yeşil sebze (iyi yıkanması şartıyla) , çok sıcak ve havasız ortamlarda bulunmamak, bol su tüketimi, sık sık elleri yıkamak, doğal bitki çayları (poşettekiler değil), meyve tüketmek(mevsimindekileri). İşte benim önlemlerim bunlar. Gayet de işe yarıyor. 

Geçen gün iş yerinde birisiyle bu vejetaryenlik mevzusu açıldı. İlk kez konuştuğum biri kendileri. Et yemediğimi öğrenince bugüne kadar duyduğum en ilginç tepkiyi aldım. "BU DA HASTALIK GİBİ BİR ŞEY DEĞİL Mİ?" Evet, böyle söyledi. :) Ne denir ki? Üstelik tanımadığım biri. Adama oturup uzun uzun neden vejetaryen olduğumdan, yediği etlerin hangi aşamalardan geçtiğinden falan mı bahsedicem. Gel sana bir video izleteyim mi diyeceğim? Hiçbir şey demedim. Varsın hastalık olarak görsün, hasta beyniyle. 

29 Ocak 2014 Çarşamba

Hitler'in Psikopatolojisi - Walter C.Langer


Adolf Hitler. Yeryüzüne gelmiş en büyük psikopatlardan biri. Şu anda böyle düşünüyoruz, peki ya o zamanlar nasıl oldu da, Alman halkından böyle büyük bir destek aldı. Yapılan akıl almaz katliamlara karşı nasıl sessiz kalındı? Adolf Hitler, içindeki nefreti nasıl oldu da Alman halkına aşıladı? 

İşte bu kitap, bunu araştırıyor. Kitap, bir araştırma raporu aslında. The United States Of Strategic Service tarafından 1943 yılında psikoanalist Walter C.Langer'e hazırlatılmış bir inceleme dosyası. Raporun hazırlanmasını öneren kişi Langer'den şunları ister:" Gereksinmemiz olan, Almanya'nın durumunun değerlendirilmesidir. Hitler gösteri yapıyorsa, o nasıl bir kişiliktir, tutkuları nelerdir, Alman halkına nasıl görünmektedir, kurmaylarına nasıl söz geçirmektedir. Her şeyden önemlisi, biz elden geldiğince onun amacını ve güdüsünü yönlendiren psikolojik düzenlemeleri nasıl yaptığını bilmek istiyoruz. Ayrıca, olaylar aleyhine dönmeye başladığında, neler yapabileceğini de bilmeliyiz." 

O döneme ilişkin izlediğim tüm filmlerde ve okuduklarımda benim de en çok merak ettiğim soru buydu aslında. Tamam, yeryüzünde akıl almaz derece vicdansız ve psikopat insanlar var. Zaman zaman gazetelerde okuyoruz, televizyonda izliyoruz, birilerine işkence yapmış insanları. Manşetlerde de hep aynı cümle : "Bunu yapan insan olamaz." Aslında tam olarak şöyle denmeli; bunu yapan sadece insan olabilir. Neyse, demek istediğim şu; nasıl oldu da bir psikopat bu kadar büyük bir insan kitlesini peşinden sürükledi, desteğini aldı, deliliğini bulaştırdı?  Demek ki gerçekten etkileyici bir insandı. Kitapta da kabul edilen bir gerçek bu, Hitler'in çok iyi bir hitabet yeteneği olduğu.  Çevirenin notunda belirtilen bir nokta da şu; inceleme Freudcu bakış açısından yapılmış.

Hitler hakkında çok ilginç detayların olduğu bir kitap. 

25 Ocak 2014 Cumartesi

Sevgili Cumartesi




En sevdiğim gün. Pazar gününün ertesi gün telaşından uzak. Tam tatil günü. Haftanın sadece bir gününün tatil olması ne kadar kötü. Memurluğun güzel taraflarından biri de işte bu iki günlük tatil. Sadece Pazar tatil olsa, evini mi temizliceksin, yeni bir haftaya hazırlık mı yapacaksın. İnsan dinlenemez ki bir günde. Canım ablamdan biliyorum, çok zor. Canım benim, zaten tüm hafta çok yoğun çalışıyor. Pazar günü çamaşır yıka, ser, evi süpür, toparla. Yeğenimin alışveriş ve gezme isteklerine uy. Daha beter yoruluyor. 

İşe servisle gidip geliyorduk, ama 3 aylığına işler aksadı. Arabayla gidip geliyoruz 5 kişi. Perşembe günü arabamız da bozuldu. Cuma günü mecburen diğer arkadaşların arabasıyla  gidip gelmek durumunda kaldık. O da daha acemi. Epey bir stres yaşadık gidip gelene kadar. Boyun fıtığı olacaktım nerdeyse, o kadar sert oluyor vites geçişleri. Hani arabaların ön koltuklarına koyuyorlar, kafası sallanan oyuncak köpekler. İşte öyle gidip geldik hep beraber:) Neyse sağ salim atlattık ama haftasonu bizim arabanın parçası gelmezse yandık. Kelle koltukta gidip gelicez :)

Sabahtan kahvaltıya arkadaşlarımızı çağırmıştık. Hayli enteresan arkadaşlarımızı. İngiliz kraliyet kostümleri satın alacaklarmış, sonra onları giyinip yağlıboya resimlerini yaptıracaklarmış. Hayır, espri yapmıyorlar, gayet ciddiler. Aynı arkadaşlardan erkek olanı ayrıca aynada konuşma ve bakış denemeleri de yapıyormuş. Hayır kendisi oyuncu değil, devlet memuru :) Enteresan tipler.

Cuma günü işyerinde yoğunluk yoktu ve ben tüm gün boyunca işim olmadığı sürece Öğrenen Anne okudum. En başından sonuna kadar. İnsanlara çok yakın olduğumu, kolay iletişim kurabildiğimi söyleyemem. Soğuk ve mesafeli bir insanım. Ama canım Ceren'e acayip ısındım, çok yakın hissettim kendimi. Sürekli yazsın, hep okuyayım onu.


21 Ocak 2014 Salı

Beyaz Zambaklar Ülkesinde - Grigory PETROV

Aynı anda birden fazla kitap okuma alışkanlığım yoktur aslında. Ama başka birinden ödünç aldığım için bu kitabı araya sokma durumunda kaldım. 

Yazar Grigoriy Petrov, bir papaz. Hitabet yeteneği oldukça kuvvetli bir insanmış kendisi ve 1866 - 1925 yılları arasında varlık göstermiş bu dünyada. Petrov'un aykırı görüşlerinden dolayı kilise rahatsız olmuş ve halka açık konuşmalarına kısmi yasak getirmiş. Bunun sonucunda da Petrov tepkisini koymuş ve kilisedeki görevinden ayrılıp kendini yazarlığa vermiş. İyi de yapmış.

Kitap 1928'de Türkçe'ye çevrilmiş ve kitabın kapağında da yazdığı üzere Mustafa Kemal Atatürk tarafından askeri okulların müfredatına konulmasını sağlamış. Aslında ilk okuduğumda kafamda bir "acaba" vardı. Gerçekten doğru mudur diye düşünüyordum ama kitabı okuduktan sonra Ata'nın bu kitaptan etkilenmiş olabileceğini ben de düşündüm.

Şöyle ki; Petrov genel hatlarıyla, her insanın birey olarak sistemin işleyişine, memnun olmadığımız düzene etki edebileceğimizi savunuyor. Yaptığımız işin bu anlamda bir önemi olmadığını, ister işçi, ister politikacı, istersek ev hanımı olalım.  Bireyler okur, sorgular, kendini donanımlı hale getirirse, kitapta geçtiği şekliyle anlatmaya çalışırsam, kendini yakarsa, etrafını da aydınlatmaya başlayacaktır. Ve bu bireysel aydınlanma zamanla toplumsal gerçekliğe kavuşacaktır. 

Kitap Finlandiya örneğini anlatıyor. 2-3 milyonluk, hiçbir doğal kaynağı ve elverişli toprakları olmayan bu küçük ülkenin, azimli insanlar sayesinde nasıl kalkındığından bahsediyor. Gerçekten ilham verici bir kitap.

Kitap ilham verici ve motive edici ancak, önsözde insanın motivesini kıracak bir başlangıç yapılmış. Kitap ödünç olduğu için maalesef altını çizemedim, notlar aldım. Baya da zor geldi. Önsözünü kim yazmış onu not almamışım maalesef. Kitapta birey olarak da bir çok şey yapabilirsiniz derken, önsözde siz ne yaparsanız yapın, devlet politikasıyla desteklenmedikçe yırtındığınızla kalırsınız diyor kısacası :)  

İşte o önsözden; "Petrov'un kitabı birçok ülkede uygar ve çağdaş ulusal devletin kurularak geliştirilmesi için uyulması gereken kesin bir reçete olarak değerlendirilmiştir. Fakat gerçek hayatta Petrov'un fikirlerinin kendi kendine sonuçlar vermediği kanısındayız. Nitekim, ekonomi ve devlet politikalarının uygulamaya konması gerekmektedir. Aksi takdirde, gayretli insanların kişisel çabaları ve emekleri sonucu elde edilen başarılar, tıpkı suyun kumda kaybolması gibi yok olup gidecektir. "

Bunlar da içerikten alıntılar;

  • Anavatandaki yaşam tarzına baktığımızda, büyük bir halkın sahip olduğu güçlü örtüşmeyen başarısızlık, eksiklik, geri kalmışlık ve tembellik görürsünüz. Bu durum karşısında yüksek sesle "Artık işe koyulmanın vakti geldi"demelisiniz. Hem öğrenmek hem de öğretmek zorundayız."
  • Ülkelerin güçlü veya zayıf, halkların gelişmiş veya geri kalmış olmasının altında yatan tek neden yöneticinin adil veya yetersiz olması değildir. Yönetici nasıl biri olursa olsun, her zaman kendi halkının canından bir candır, onun bir parçası, ruhunun yansımasıdır. Halk nasılsa, onu yönetenler de öyledir. Bu yüzden de, her halkın hak ettiği iktidarlara ve yöneticilere sahip olduğu eskiden beri söylenegelir. 
  • Siz ne yapıyorsunuz! Neden hiçbir şey yapmıyorsunuz, hayatı daha yaşanabilir kılmak için neden çalışmıyorsunuz? Neden sadece bir asalak veya hayatın düzenini bozan bir soyguncu gibi yaşıyorsunuz? Hiç utanmıyor musunuz? Hayatı yeniden inşa edecek bir sanatçı olabilirdiniz, ama siz bir solucan gibi yerlerde sürünerek, dünyayı bir pislik yığınına çeviriyorsunuz.

16 Ocak 2014 Perşembe

Vırvırvır Dırdırdır


Yağmurlu bir İzmir günü. Uzun zamandır yağmayan yağmur nihayet başladı. Öğle tatilimde alayım elime kitabımı, çayımı, bir saat kitap okuyayım dedim. Ama mümkün mü? Bizim insanımız kitap okumadığından ve kitap okuyan insanlarla pek karşılaşmadığından olsa gerek, kitap okuyan insanla konuşulmaması gerektiğini bilmiyorlar. Yahu görmüyor musun, okuyorum. Okuduğumu anlayabilmem için de, senin susman gerekiyor. Zaten tüm gün senin boş muhabbetini dinliyorum değil mi ? Bari öğle arasında biraz kendimle bırak beni. Senin çenen dinlensin, benim de beynim. Az konuşan bir insanım ve az konuşan insanı severim. Çok konuşan ama güzel konuşan insana da saygı duyarım ama konuşma ne kadar çok oluyorsa kalitesi de o kadar düşüyor. Kısacası, gitti güzelim öğle tatili. Heba oldu. Elimde kitapla uzun dakikalar direndiysem de başamadım. 

14 Ocak 2014 Salı

Anne olmak ya da olmamak


Çoğalmak, üremek, çocuk doğurmak, dünyaya yeni bir insan getirmek...Her insan doğar, büyür, okula gider, işe girer, çalışır, evlenir, çocuk doğurur ve ölür mü? Yaşanacak süreç bu mudur? Ve zorunlu mudur? Eğer biriyle gezer tozarsanız, hemen evlenmek zorunda mısınız? Biriyle evlenirseniz hemen çocuk doğurmak zorunda mısınız? Ne kadar çok ve boktan sosyal zorunluluklarımız var hayatımızı sıkıntıya sokan. Bir bırakmazlar rahat edelim, mutlu olalım. 

Üremenin, insan nesli için bir zorunluluk olduğu fikri kadar delice bir fikir olamaz bana göre. Hele ki dünyadaki insan nüfusuna bakarsak, dünyanın selameti için azaltılması bile gereken bir canlı türüyüz biz insanlar. Hele bir de kendi türümüzün dünyaya yaptıklarına bakmadan, bazı canlıların nüfusu fazlalaştı diye müdahale etme gereği duyarız ya. Doğaya ve diğer canlılara zarar veren, yaşam döngüsünü yıpratan ve değiştiren, milyonlarca yıllık birikimi tüketen bir tür varsa o da insan.

Çoğalmaktan geldik değil mi buralara. Anne olmak fikrinden aslında daha da özünde. 33 yaşımı birkaç ay sonra dolduracağım. Bugüne dek içimde "ayy benim de bebeğim olsa, anne olsam" diye bir his olmadı. Hani derler ya, biyolojik saat çalışmaya başladı mı  istersin diye. Her zaman söylerim, benim saat bozulmuş. Başkalarının bebeğine imrenerek baktığımı hatırlamıyorum. Hatta küçücük bebeğin ya da çocuğun, anne babasına kimbilir neler çektirdiğini düşünerek, korkuyorum ondan. Eksik olan bebek sevgisi, hayvan sevgisiyle dolup taşmış bende. 

Gelelim bu durumun beni düşürdüğü çıkmaza. 4,5 senedir evliyim. Eşim en başından beri çocuk istese de hiçbir zaman baskı yapmadı. "Hazır olduğunda"  dedi her zaman. Ama ben hazır olamayacağım sanırım bir türlü. Ben de bekledim, sanki gökten düşecek bir hismiş gibi. Bir gün kalkacam ve ta taaam "bebek istiyorum, hemen doğurmalıyım" diyeceğim. Olmuyor işte öyle. Zaman geçtikçe etrafımdaki çemberin daha da daraldığını hissediyorum. Doğumgünlerimde hele. Dokunsan ağlayacak gibi oluyorum sırf bu yüzden. Hatta ağlıyorum da. Önceden nasılsa daha gencim, küçüğüm falan diyordum. Ama artık 33 yaşındayım. Doğurdun, doğurdun yaşları gelmeye başladı yani.

Bir yandan da eşime haksızlık ettiğim düşüncesi içimi kemiriyor. Ben istemiyorum, zorla anne olunmaz ama eşim de istiyor, onun baba olmak hakkını elinden alabilir miyim? İki taraf için de çok zor bir durum.

Çocuk işi sadece doğurmakla bitmiyor ki. Hatta doğurmak, doğum sonrasıyla kıyaslandığında en kolay kısmı diye düşünüyorum. Çünkü bir çocuk doğduktan sonra senin hayatın diye bir şey kalmıyor. Artık sen, o bebeğe bakmak üzere kurulmuş bir makinesin. Kendine ayıracağın zamanın, sadece canının istediği şeyi yapabileceğin özgürlüğün olmayacak. Dilediğin gibi uyuyamayacak, kendine göre planlar yapamayacaksın. Doğdu, doğum masrafı, hastane hastane koştur, uykusuz her gece, hadi yaşına bassın, hadi yürüsün, hadi konuşsun,bakıcı masrafı, iyi bir bakıcı bulma derdi, anneanne -babaanne faktörü, çocuğu istediğin gibi yetiştirebilme sorunsalı, hadi okula gitsin, hangi okul, hangi öğretmen, okul masrafı, ergenlik bunalımları, arkadaş krizleri, flört durumları, aşk acıları, üniversite stresi, iş bulma derdi, evlenme sıkıntısı, evlendikten sonra gelin-damat krizi. Sonrasında zaten tırtın çıkmış oluyor. Ondan sonra kendine ayıracağın vaktin kalmışsa ömründen, iyi değerlendir.

Bir de şimdiki hayatımı düşünüyorum. Ohhh, işe gidiyorum, evime geliyorum, bir şeyler atıştırıyoruz. Sonrası keyfine kalmış. İster kitap oku, ister oyun oyna, ister uzan televizyon izle, istersen pinekle. Paramı kendime harcıyorum, istediğim kadar uyuyorum. Neden insan kendi rahatını kaçırmak için bu kadar hevesli olur ki? İşte benim içimde olmayan, ya da olup da bozulan saatin çalışmamasından kaynaklanıyor sanırım bu duygu eksikliği. Hissetmiyorum yani, anne olmak bana korkunç geliyor. Kelimenin tam anlamıyla KORKUYORUM. Bencillik mi diyorsunuz içten içe. Peki çocuk isteyenlerin çocuk isteme sebebi bencilce değil mi? Nedir çocuk isteme sebebi bir insanın? Bana baksın yaşlılığımda, yalnız kalmayayım, hayatımıza renk katsın, bana anne-baba desin, herkesin çocuğu var vs.vs. Bunlar bencilce değil mi? Evet ben hayatımın bozulmasından, rahatımın kaçmasından, kendime ait hayatın bir bebeğe endekslenmesinden korkuyorum. Yalnızlığı da seviyorum, çocuğum olsa bile, yaşlandığımda ona yük olmayı aslaaa ve asla istemem. 

Böyle konuşunca eşim der ki, "bir gün bunları söylerken seni videoya alacağım ve ilerde çocuğumuz olunca izleteceğim." Utanacağım düşünceler değil ki bunlar. Çocuk istemek ne kadar normalse, çocuk istememek de en az o kadar normal. Hatta bana göre daha da normal.

Yani, böyle işte. Hayatımın en zor çıkmazlarından birinde olduğumu hissediyorum ve bu düşünce içimi daraltıyor, kalbimi, ruhumu mengeneyle sıkıştırıyorlarmış gibi oluyorum. Ne yapacağım bilmiyorum.

11 Ocak 2014 Cumartesi

Bir Dinozorun Anıları - Mina URGAN

mina urgan

18.10.1998 yazıyor kitabın kapağında. Kitabı almamın ve okumamın üstünden 15 yıl geçmiş. Bir kez daha okumanın vakti gelmiş de geçmiş bile. Sayfalar sararmış, eski kitap kokusu belirginleşmiş. 

Mina Urgan, ingiliz edebiyatı profesörü. 1915 yılında doğmuş ve 2000 yılında 85 yaşındayken öldü. Anılarını derlediği bu kitabı tam 74 baskı yapmış ve Mina Urgan bu satış karşısında şöyle söylemiş : "Kitaplarımın nasıl bu kadar sattığını anlamadım, hala da anlamıyorum. Nasıl satar benim kitabım. O kadar aykırıyım ki bu topluma. Çok satıyorum, acaba çok mu bayağı yazıyorum. Acaba yanlış bir şey mi yaptım?"

Evet, Mina Urgan aykırı biri. Kitabının satmasının nedeni bana göre biraz bu aykırı tavrı (çünkü bizim insanımız aykırı olmaya cesaret edemese de aykırılara karşı merak duyar), anılarının çoğunda herkesin bildiği isimlerin yaşantılarının, karakterlerinin, bilinmeyen yönlerinin anlatılıyor olması ve Mina Urgan'ın gerçekten çok ama çok akıcı anlatımı. Bilindik isimler hakkında öyle yorumları, öyle anıları var ki, okurken "vay be" diyorunuz. Onbir yaşındayken Mustafa Kemal'le tanışıp dans ettiği kısımı okumak gerçekten zevkti. Diğer örnekler; 
  •  "Yahya Kemal tam anlamıyla bir asalaktı. Şişmanlar genellikle çok cana yakınken, o sevimsiz bir şişmandı. Sofrada davranışları hiç hoş değildi. Küçüklüğümde o yemek yerken midem bulanırdı."
  • "Halide Hanımla bir çatışma konumuz da Mustafa Kemal'di. Mustafa Kemal'i hiç sevmezdi. Onun yakışıklı olduğunu bile kabul etmezdi.
  • "Necip Fazıl, yavaş yavaş değişmedi. Dinle hiç ilgisi yokken, ansızın, sadece dindar değil, dinci oluverdi. 1930'lu yılların Necip Fazıl'ı ile 1940'lı yılların Necip Fazıl'ı arasında uzaktan yakından en küçük bir benzerlik yoktur. Bunlar iki ayrı kişidir sanki. Birincisi çocukluğumdan beri çok iyi tanırdım. Annemin yakın bir arkadaşına aşık olduğundan, bizim evden çıkmazdı. İkincisini ise, hiç görmedim, hiç tanımıyorum. Çünkü ben de, bütün arkadaşlarım da 1940'tan sonra onunla selamı sabahı kesmiştik. Süper-Mürşit olarak parlak kariyerini, hayretler içerisinde uzaktan izledik ancak"
  • "Sait Faik, kılık kıyafeti ve davranışlarıyla, yazar çizer takımının aydınlarına hiç mi hiç benzemezdi.Koltuğunun altında kitap taşımaz, okuduklarını anlatmaz, kişiliğini ikide birileri sürmez, kendinden hiç söz etmezdi. Öteki yazarlara kıyasla çok talihliydi. Geçim derdi yoktu.Annesi ona her gün belirli bir harçlık verirdi. İçki dışında hiçbir lüksü olmadığından, o parayla rahat idare ederdi."
Biraz da altını çizdiklerimden;
  • Çoğunluk yanlış bir tutum benimsemişse, o çoğunluğa boyun eğmek, o çoğunlukla anlaşmak zorunda değiliz. Bir adam, 1400 yıl önceki yaşam biçimini özlüyorsa, kendi dininden ve soyundan olmayanları kıtır kıtır kesmeye hazırsa, asıl amacı demokrasiden işine geldiği kadarıyla yararlanıp, sonra demokrasiyi kaldırmaksa, bizler demokrasi adına böyle bir adama neden hoşgörü gösterelim?  
  • Ben öteden beri yalnızlıktan hoşlandığım için, tek başına kalmayı yaşlılığın felaketlerinden biri saymıyorum. Yalnızlıkların en kötüsü, başkalarının arasında çekilen yalnızlıktır bence.
  • Mezarları ziyaret edenler, şuraya ya da buraya gömülmek istiyorum diyenler, ruhun ölümsüzlüğüne inananlardır herhalde. Ölümsüz ruhlarının mezardan çıkıp, şu ya da bu kabristandan manzaranın güzelliğini seyredebileceğini sanıyorlar. Ne mutlu onlara! Ama ne yazık ki ben ruhun ölümsüzlüğüne inanmıyorum. Arkalarında bıraktıkları büyük eserler sayesinde ancak büyük adamlar ölümsüzdür. Öldükten sonra beni bir çöplüğe, ya da herhangi bir çukura atmalarına razıyım. Elbette en doğrusu, işe yarayan organlarımın başkasına aktarılması, cesedimin de İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinde kullanılması.
Mina Urgan'ın cenazesini merak edenler için aktarayım. Kızının isteğiyle cenaze namazı kılınmış ve islami geleneklere göre gömülmüştür.

7 Ocak 2014 Salı

Ölüm


Bir yakınımın babası öldü Pazar günü. İlk defa bir cenaze törenine katıldım. Camiye ve mezarlığa gittim. 60 yıllık eşini yitiren bir kadının ve babalarını kaybetmiş koskoca insanların yıkılışını gördüm. En yakınlarınızın, her gününüzü beraber geçirdiğiniz, beraber yediğiniz, içtiğiniz, güldüğünüz, ağladığınız, kavga ettiğiniz, en zor ve en güçsüz anlarına tanıklık ettiğiniz, zaman zaman nefret edip, zaman zaman hayran olduğunuz insanın bir gün, birden yok olması. Artık onu hiç göremeyecek, ona hiç dokunamayacak, onunla hiç konuşamayacak olmak. Hayatınızın bütününü oluşturan bir parçanın kaybolması. Tasavvur edilmesi bile güç bir boşluk. Hayatın, sıradan raylarında aynı hızda akıp giderken, birden rutinin bozulması, raydan çıkıp altüst olmak. Ne zaman döner insan eski rutinine? İnsan birini kaybettikten ne kadar zaman sonra eskisi gibi devam edebilir hayatına? Bunları sorguladım durdum o insanların yıkılmış yüzlerine bakarken.

Yakın çevremden birini kaybetmedim hiç. İlk derece akrabalarımdan birini yani. Bu cenaze, "ölüm" kavramını hayatımın normalleri arasına sokmam gerektiğini hatırlattı. Hepimizin yaşayacağı bir şey ölüm ve ölüm acısı. Ya öleceğiz herkesten önce, ya da birer birer göreceğiz sevdiklerimizin gidişini. Yaşayan herkesin bir gün öleceğini bilsek de, ne kadar zor geliyor değil mi kabullenmesi. Ne kadar yıkıcı bir etkisi oluyor. Ölümü, hayatımızın normalleri arasına koyabilmek mümkün mü? 

İki ablam var birbiriyle senelerdir konuşmayan. İkisi de canım. Onların boktan şeyler yüzünden senelerdir görüşmüyor olması her zaman içimizde yara. Bu cenaze, onları barıştırdı. Olaylar bundan sonra gelişir mi bilemem ama, senelerdir konuşmayan iki ablam sarıldı ya birbirine, o da bir gelişme. En azından şunun farkına vardılar umarım; birbirlerini kaybederlerse yaşayacakları pişmanlık ve acı hiçbir şeye benzemeyecek. 

Caminin avlusunda tabut öylece dururken, mezarlıkta tabuttan çıkarılıp da bembeyaz kefenin üzerine toprak atılırken, insan her şeyin ne kadar da boş olduğunu düşünüyor. Belki yıllar sonra, belki bir dakika sonra, belki uykuda, belki kazada, belki acı çekerek, belki hissetmeden, birden her şey bitecek. Hayat için o uzuuun planlarımızı, ertelediğimiz tüm kararlarımızı, söylemek isteyip de saçma bahaneler bularak söylemediğimiz tüm sözlerimizi alıp gideceğiz ve her şey bitmiş olacak. 

Nasıl normalleştirebilirim ölümü? Kendime tekrar etsem normalleşir mi? 

Annem ölecek...Babam ölecek....Eşim ölecek....Ablam ölecek...Kedim ölecek...Annem ölecek...Babam ölecek....Eşim ölecek....Ablam ölecek...Kedim ölecek...Annem ölecek...Babam ölecek....Eşim ölecek....Ablam ölecek...Kedim ölecek...Annem ölecek...Babam ölecek....Eşim ölecek....Ablam ölecek...Kedim ölecek...

Ben öleceğim...

4 Ocak 2014 Cumartesi

Nasıl Bilirdiniz? John Lloyd - John Mitchinson

tarihsel şahsiyetlerin sıradışı özellikleri

Uzun süre elimde sürünmüş bir kitap daha. Kitap Eylemi'nin şuradaki yazısından sonra kendimi epey kötü hissettim. Gaza gelmedim de değil. İşte o gazla bitirdim sonunda. Kitapta, kitabın alt başlığında da belirtildiği üzere 68 tarihsel kişinin sıradışı özellikleri anlatılıyor. Bir nevi tarihsel magazin de diyebiliriz. Özel yaşamlarındaki tuhaf alışkanlıkları, çocukluk dönemleri, psikolojik durumları vs.

Hayata kötü başlayanlar, gamsızlar, hırs küpleri, uçkuruna düşkünler, doyumsuzlar, bahtsızlığı sineye çekenler, maymun besleyenler, başka kimliklere bürünenler, öldükten sonra hayat bulanlar, hayatın ötesini arayanlar olarak bölümlere ayrılmış bu 68 kişi.

Birkaç ilginç örnek vermem gerekirse; Leonardo da vinci tersine yazma tekniği kullanırmış ve yazılarını ancak bir ayna aracılığıyla okunabilirmiş. Hiç kimsenin öyle olmadığı bir dönemde vejetaryen olması da ilgimi çekti tabi ki.  

Freud ise, yaşamı boyunca erkeklerle hayranlığa ya da sevdaya benzeyen dostluklar kurmuş. Yaşamı boyunca paranoya çilesi çekmiş ve terapistinin tavsiyesi üzerine ruhsal çalkantılarını kokainle bastırmaya çalışmış sonunda da ağız kanserinden otuza yakın acı verici ameliyat geçirmiş.

Newton, çalışmaktan yemek yemeyi unuturmuş ve cinsel ilişkiye girmeden ölmüş. Aynı şekilde Freud gibi paranoyakmış.

Salvador Dali, yüksek özgüven abidesiymiş ve kraliyet akademisinde sözlü bir sınava girmeyi şöyle diyerek reddetmiş "çok özür dilerim ama bu üç profesörden çok daha zekiyim ve dolayısıyla onlar tarafından sınava çekilmeyi reddediyorum. Bu konuyu onlardan çok daha iyi biliyorum."

Kitabın bitiminde şöyle yazıyor;

"Bu kitaptaki bütün insanları, yaptıkları bir şeyi geride bıraktıkları için günümüze ulaşmıştır. Birkaçının üstün yanları vardı, olumlu bakış açısı, dil öğrenme yeteneği, talih gibi. Bir çoğunun ise korkunç çocukluk dönemleri, okulda başarısızlık, hastalık gibi eksik yönleri vardı. Gördüğümüz üzere, daha iyi hayatlar sürdürdükleri kesinlikle söylenemez. Ancak hepsi farklılık yaratacak bir şey yaptılar. Siz de bunu yapabilirsiniz. Bir hayat düsturu olarak şu eski Lübnan atasözünden daha iyisi bulunamaz; Henüz ölmemiş olan birinin hala bir şansı vardır."

3 Ocak 2014 Cuma

İşyerimdeki tipler

1- YALAKALAR: Bu tipler benim için en sinir bozucu olanlardır. Her an amirin dibinde olmaya çalışır, sürekli pohpohlar, iş yapmasa bile her şeyi kendi yapıyor gibi görünmek için yırtınır. Amiriyle yüzünde iğrenç ve cıvık bir sırıtmayla konuşur. En önemli işleri umursamazken, amirine yaranmak için onun özel işlerinin peşinde koşar. Bu tipler amiriyle ne kadar kibar konuşursa, astlarıyla da o denli umursamaz konuşur.  


2- KISKANÇLAR - FESATLAR : Bu tipler çok tehlikelidir. Her an sizin yanınızdaymış gibi görünse de arkanızı döndüğünüz an, sizi çekiştirmeye başlar. Başarılarınızı kıskanır. Başardığınız önemli işleri küçümserken, en ufak bir hatanızda sanki kurumu batırmışsınız gibi davranır. Herkese yaptığınız hatayı ballandıra ballandıra anlatır. Ellerini ovuşturarak hata yapmanızı bekler ve hatalarınız onlar için en büyük mutluluk kaynağı olur. 


3- SİZİ BÖCEK GİBİ GÖREN AMİRLER: En kötüsü de kötü bir amirle çalışmaktır. Yaptığınız işleri görmezler, takdir etmezler, işleri bitirir bitirmez yenilerini yüklerler. Çalışmayan personeli görmezken, çalışan personelin tepesine binerler. Ne kadar sorumluluk alırsanız bir o kadarını daha kakalarlar. Çalışmayana "o beceremez" diye iş verilmezken, çalışkan personele "sen halledersin" denilerek işler yüklenir. Karşılığında takdir beklemekse büyük bir hayal kırıklığı yaratır. 

4-SÜREKLİ HASTA OLANLAR : Sürekli rapor alırlar, aynı büroda çalışıyorsanız vay halinize. İşleri sürekli size kalır. Hasta hasta çalışsa bir dert, rapor alıp gitse başka dert. Ya size hastalık bulaştıracak ya da işler size kalacak. İki ucu boklu değnek. 


5- DEDİKODUCULAR: Ağızlarının açıldığı her an başkalarının hayatlarını konuşurlar. Tüm çalışanların özel hayatlarını bilirler. Kim, kiminle, nerede, ne yapmış hepsini bilirler ve başkalarıyla paylaşmaktan büyük zevk alırlar. Ellerinde bir fincanla, ordan oraya dolanır. Sürekli yeni dedikodular peşindedir, gözleri fıldır fıldırdır. İşe değil de altın gününe gelmiş gibidirler. 


6- TEMBELLER : Sanki orada olmalarının sebebi çalışmak değilmiş gibi bir iş yaparken offlar, puflar, işi yapmamak için binbir bahane bulur. Başkalarına kakalamaya çalışır. Hizmet almaya gelen vatandaşa elinden gelen tüm zorluğu çıkarır. Dağları denizleri yaratmış gibi havalara bürünür. Bir kağıda kaşe basacak olsa bile, uzaya araç fırlatacak gibi edalara bürünür. 

7- İŞKOLİKLER : İşi, hayatlarını kazanmak için bir araç olarak değil, yaşama amacı olarak görürler. İş dışında da sürekli iş muhabbeti yaparlar. Çoğu, akşamları ve hafta sonları mesai yaparlar. Bunların büyük kısmı evlerinde ve özel hayatlarında sorun yaşadıklarından iş yerini bir kaçış ortamı olarak görürler. 


8-AKLI BİR KARIŞ HAVADA OLANLAR : İşe odaklanamazlar, akılları sürekli başka yerdedir. Dolayısıyla sürekli hata yaparlar. Çalıştıkları süre boyunca esaret altındaymış gibi davranırlar. Her fırsatta işten kaçarlar, sigara ve çay molaları bitmek bilmez. Tuvalette geçirdikleri 5 dakikayı bile kazanç sayarlar. İşe hep geç gelir ve erken çıkarlar. 

Çalıştığım ortamdan çıkardığım tipler bu kadar. Ama sadece olumsuz örneklermiş gibi görünse de, içlerinde az da olsa, işini severek yapan, işbilen ve çalışkan insanlar da var. Ama genel olarak durum maalesef böyle.  Benim açımdan baktığımızda, işyerinde çok sevilen bir insan olduğum söylenemez. Soğuk ve asosyal. Asosyal olduğu için de çoğu insan tarafından kendini beğenmiş olarak tanımlanıyorum. Her zaman dediğim gibi insanların benim için ne düşündüklerini takmıyorum. Sadece işimi en iyi şekilde yapmaya dikkat ederim. İşimi; yaşamımı sağlamak için bir araç olarak görürüm ve iş yerimde olduğum sürece de hakkını vermeye çalışırım, hepsi bu.  

1 Ocak 2014 Çarşamba

Başlangıç



Bu sene Cumhuriyet Meydanındaki yeni yıl konserine Teoman geldi. Teomanı duyunca da plan oluştu. Gidilecek. Saat 23:00'da meydandaydık. Epey kalabalıktı ve sahneye çok uzak kaldık. Ses oldukça yetersizdi ve sahne çok aşağıda olduğu için Teoman'ı sahnede değil, ekrandan izledik sadece. 

Biz de orada bulunan herkes gibi yeni yıla Teoman'la gireceğimizi düşünürken saat 23:55'de mikrofon Büyükşehir belediye başkanımız Aziz Kocaoğlu'na verildi. Başkanımızı severim, ancak kimse yeni yıla onun siyasi konuşmalarını dinleyerek girmek için orada değildi. Tamam güzel bir organizasyon yapılmış, belediye başkanının konuşma yapması gayet normal, yeni yılla ilgili dileklerini belirten bir iki cümle söyler, bitirirsin. Ama siyasi bir konuşma başladı. Ve etrafımda yuhlayanlar falan oldu, can sıkıcı bir ortam oluştu  bir anda. Yeni yıla girdik ama başkan konuşmaya devam ediyordu. Birileri uyardı başkanı ve geri sayım çok geç de olsa başladı. Ah başkanım, keşke böyle olmasaydı :) 

Sonrasında havai fişek gösterisi başladı. Tamam güzel bir görüntü ama kuşlar ölüyor canlarım benim. Gerekli mi illa havai fişeklerin patır patır patlatılması. Zavallıların minik kalpleri dayanamıyor bu patırtıya.

Teoman'a gelelim. Teoman, her zamanki gibiydi. Son derece karizmatik, sakin, ağır. Eller cepte şarkı söylemeler, ağır adımlarla sahneyi turlamalar. Adamın yapmacık bir artisliği, göze batan bir tavırı yok. 46 yaşındaymış bu arada, etrafımdaki 46 yaşında adamlarla kıyaslıyorum da, neyse hiç kıyaslamaya gerek yok. Teoman'ı izlerken her zaman şöyle bir adam görüyorum; hayatın her türlü zevkini ve tadını yaşamış, yapmak istediği her şeyi yapmış, artık hiçbir şeyden keyif alamayan, bezmiş, bunalmış biri. Bilmem, gerçekten böyle midir ama bana öyle geliyor. Kısacası, Teoman'ı çok severim, hatta bir alternatifi olmadığını düşünüyorum. Müziklerini, şarkı sözlerini, sesinin tınısını, o ağır tavırlarını seviyorum. 

Konseri bitirdik, çıktık evimize geldik, yattık. İşte böyle geçti yılbaşı akşamım. 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...