26 Kasım 2014 Çarşamba

Çok güzel şeyler oluyor bu aralar yaa...



Dün akşam kayınpederim aradı. Ziraat Bankasından aradılar, senin bir hesabın varmış bankada, 10 yıl geçmiş, devlete devredecekmiş para, çeksin yazık olmasınlar, demişler. Kafamda bir yığın soru oluştu tabi. Kayınpederim ne alaka, neden beni aramıyorlar, ben bankada nasıl para bırakırım, kesin bir dolandırıcılık işi bu diye düşündüm. Bir hesap numarası ve telefon numarası söylemişler. Herhangi bir şubeden gidip çekebilir demişler. Aldım hesap numarasını ve telefonu. Aradım telefonu, hesabımda 1200 lira olduğunu, devlete devredeceğini, dilediğim şubeden çekebileceğimi, bir sorun olursa bu numarayı aramalarını bana da tekrarladılar. Bu ülkede binbir çeşit dolandırıcılık görmüş insanlar olarak elbette yine inanmadık. Bilinmeyen numaraları aradık, bizi aradıkları numarayı sorduk, doğru çıktı; Ziraat Bankası genel müdürlük. Ziraat Bankasıyla tek ilişkim üniversite yıllarımda bursumu çekerken olmuştu. Ama bursu bankada unutmam mümkün değil. Öğrencisin ve sana verilen bursu çekmeyeceksin, mümkün mü? 

Bu sabah hala inanmamış olarak şubeye gittim, bankacı kıza durumu anlattım. Kimlik numaramdan sorguladı, sizin hesabınız görünmüyor dedi. Bana verdikleri hesap numarasını söyledim, oradan sorgulayınca çıktı mı sana cillop gibi hesap. 1278 TL. Dedim ne parasıymış bu? 2005 yılında 5 ay burs yatmış size dedi. Eee ben 2004'te mezun oldum. Bursun geri ödemesini bile yaptım. Para sizin dedi. Benimmmm tabi ki :) Çıkardı verdi paramı. Ohhh, mis gibi. Nasıl sevindim, nasıl sevindim.

Bu ülkede hala güzel insanlar var. Ziraat Bankasında çalışan memur arkadaşım; işini senin gibi yapan insanlara ihtiyacı var işte bu ülkenin. Aramak zorunda mıydı bu kişi beni? Bana ulaşamayıp taa kayınpederime kadar ulaşmak zorunda mıydı? Değildi. Beni bugün çok mutlu ettin arkadaşım yaa. Ümidimi kestiğim insanlık için umut aşıladın bana. Teşekkür ederim. 

24 Kasım 2014 Pazartesi

Ah Antalyaa...


Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkanıymış. Ne biçim laf, tilkinin kürk olmaktan başka bir seçeneği yokmuş gibi. Tilki = kürk, inek = süt, dana = et, tavuk= yumurta, et vs. vs... Ben de döndüm dolaştım, geldim oturdum masama. Başka seçenek olmadığından değil, her zaman başka seçenekler vardır. En az tercih ettiğimiz yerde bile olsak mutlaka başka seçenekler vardır. Üzücü olan seçeneklerinizin başkalarının elinde olması, zavallı tilkinin ki gibi.

Antalya'nın güzide otellerinden birinde geçirdiğim 2,5 gün sonunda hayatın parası olanlara güzel olduğunu bir kez daha anladım. 2.500 euro kral dairesinin geceliği. Düşündüm de, trilyonlar kazanıyor olsam bir gece için 7.500 TL verir miydim bir otel odasına? Yaklaşık bir yılını bu parayla geçirmek zorunda olan insanların sayısı azımsanmayacak kadar çokken, gönül ve vicdan rahatlığıyla nasıl veriliyor bu paralar?

Açık büfe çılgınlığı ise ayrı mevzu. Yiyecekler arasında kendimi kaybetmişken, ondan da alayım, onu da  tadayım derken dolan tabaklarla donattım masayı. Öğle ve akşam yemeklerinde ana yemek bölümü bana hitap etmediğinden zeytinyağlılar ve tatlı bölümünü yağmaladım. Ben kesinlikle kahvaltı insanıyım. İlk günün ardından yüzümde devasa iki sivilce çıktı, sivilce görünümünden çok su toplamış gibiler. Kesinlikle tatlı çılgınlığımdan oldu. Şunu anladım ki, beş yıldızlı her şey dahil tatiller israf çılgınlığından başka bir şey değil. İnsan, normalde tükettiğinden kat be kat şey tüketiyor. Tabaklara büyük bir iştahla alınan yiyeceklerin bir çoğu çöpü boyluyor. Kendimde dahil, insanları o şekilde tüketirken görünce aklıma Afrika'da yaşayan insanlar düştü. Ben zaten hangi bir şeyin tadını çıkarırım ki düşünmeden, sorgulamadan... Ye işte, giden gitsin çöpe. Yaşadığı topraklardan hiç uzaklaşmamış Afrikalı bir insan grubunu bu otele, açık büfeye getirsen, şu insanları, şu yemekleri görseler ne düşünürler acaba? Onlar karın doyuracak ekmekten, temiz içme suyundan bu denli uzakken, bizlerin bu şekilde tükettiklerini görseler, tabaklarımıza aldığımız yiyeceklerin yarısının çöpe gittiğini görseler ne hissederler? İşte ben onlarla empati yaparken gördüğüm şey, haksızlık ve adaletsizlikti. Dünya adil değil.

Buraya kadar yazdıklarımı baştan okuyunca güya tatil yazısı yazacaktım dedim. Bu ne biçim bir tatil yazısı yahuu. Kafamda uçuşan "ama bu haksızlık" söylemlerine rağmen çok güzel 3 gün geçirdim. Biraz da güzelliğini anlatayım. 19 Kasım'da bir ilk yaşadım, bu mevsimde denize girdim. Gittiğimiz gün hem su hem de hava son derece müsaitti. Bu fırsat kaçmazdı, kaçırmadık. 

İkinci gün sabahtan eşimi seminere uğurladıktan sonra çantamı kaptığım gibi attım kendimi sokaklara. Şöyleee yürüyeyim dedim, falezlerin dibinde muhteşem manzara eşliğinde yürüdüm bir süre. Akdeniz, sen kadar güzelsin, "yaşamak ne kadar güzel" dedirtecek  kadar güzel. Hele o Torosların görüntüsü. Ben Antalya'ya aşık oldum. Çocukken gitmiştim aslında, en son da üniversitedeyken Olimpos'a. Ama bu sefer ayrı bir aşktı yaşadığım. Tek kelimeyle büyüledi beni doğası. Yarım saat kadar yürüdükten sonra Kaleiçi tabelasını görünce bir bakkala girdim, buradan ne kadar sürede yürürüm dedim. Yirmi dakika dedi. Yirmi dakika da öyle yürüdüm. Kaleiçine vardım. Daracık taş sokaklar, eski taş evler, şimdinin şekilsiz, karaktersiz evlerine inat her biri ayrı güzellikte. Labirent gibi sokaklar, oradan girdim, buradan çıktım, döndüm dolaştım, marinaya vardım. Bir süre ağzım açık güzelliğini izledim, sonra baktım öğlen olmuş, yemek vaktini kaçırmamalı, otele dönüş. Öğleden sonra fırtına başladı zaten çıkamadım. Akşamında havuz, sauna, hamam, buhar odası seferi yaptık eşimle.  Hamamda tüketilen suyu görünce yine aklıma keyif kaçıran düşünceler istila etti. Sauna, buhar odası bana göre değil, zira sıcak suda ve buharlı ortamlarda nefes almakta güçlük çekiyorum. 5 dakika yetti de arttı bile.  

Cuma günüyse öğlen eşimin işi bitti, otelden çıkışımızı yaptık, bavulları bıraktık. Eşimi kaleiçine götürdüm, eee tecrübeliyim ya, rehberlik yaptım. Sonra oradan çıktık, yürüyerek Antalya Müzesine gittik. Eşim zaten pek sevmez müze falan, 20 lirayı da görünce sen gir gez dedi ama ikna ettim. 40 lira verdik, girdik. İyi ki de girmişiz, dışarıda bekleseydi, kriz geçirirdi sanırım. Çünkü çok büyük bir müze, içeride ne kadar kaldığımızı bilmiyorum ama bayıldım. Gördüğüm en güzel müzeydi diyebilirim. Lahitler ve heykeller karşısında ağzım açık kaldı. Bol bol fotoğraf çektim. Oradan çıktık, karşısında Atatürk Parkı varmış, orayı da gezelim dedik. Ayaklar zonk zonk zonklarken, tabanlarıma çiviler batarken gezdik, güneş batıyordu, Konyaaltı plajı muhteşem görünüyordu, falezler harikaydı, Akdeniz ve Toroslar büyüleyiciydi. Sonra bitti işte, döndük İzmir'e. Üzüm'ü çok özledim. Kokusunu içime çektim, koca göbeğini mıncırdım. İki gün boyunca da yattım, hem yorgunluktan, hem de boğazlar yine sinyal vermeye başladığından. Sonra da işte buradayım. 

Aslında haftasonu yazacaktım ama laptopumuz bozulmuş. Eniştemiz anlıyor bilgisayardan, ona verdik, yaptı şimdilik, ama 3-6 ay arası da ömür biçti bizim emektara. 4,5 yıl oldu alalı. Ömrü bitmiş dedi. Telefonla da hiç sevmiyorum internete girmeyi, bir şeyler yazmayı. O yüzden kaldı bugüne kadar.

Fazla yazmaya da gerek yok aslında. Fotoğraflardan seçmeler şöyle: 


Bu fotoğraf Atatürk parkından. Dibim düştü denir ya, öyle oldum görünce.

Kaleiçi

Bana poz veren tatlişko

Odamızın balkonundan bir kare.

Otelin tuvaleti. Bir tuvalete bunca lüks gerekli mi? Tuvalet yahu bu, ne yapacağımız belli sonuçta :)

Konyaaltı plajı.

Eşim balıkçıları dikizlerken. 

Marina

Antalya Müzesi

Ben bu heykelin bacağı kadarım. O kadar devasaydı.

Lahitler.


Bu da küçük Joe'ya :) Görünce aklıma sen geldin Joe.


Öğretmenler günü

Hayata bakışımı değiştiren iki öğretmenim oldu. İkisi de lisede, ikisi de edebiyat öğretmeniydi. Biri son derece kendine güvenen, disiplinli ve güzel bir kadın, diğeri de sınıfta gürültüden sesini duymakta zorlandığım, son derece sakin ve kibar bir erkek. 

Leyla öğretmenin duruşunda müthiş bir güven vardı, kimseye bağırmadı, kimseyi uyarmadı bile ama sınıfta her daim bir disiplin olurdu. Haşim öğretmenimin dersinde ise sürekli bir uğultu, bir gürültü. Adamcağız kimseyi kırmak istemezdi, kimseyi de sert bir şekilde uyardığını hatırlamam ama Leyla hocanın sağladığı disiplini sağlayamazdı. Sesini duyabilmek için en ön sıraya geçerdim onun dersinde. Üzülürdüm alttan alta Haşim hocama, kızardım konuşanlara.

İki öğretmenimle de okul boyunca samimi bir sohbetim ya da sevgimi paylaştığım anlar olmadı. Ben çekingen bir öğrenciydim. Ama okul bittikten sonra cesaretimi toplayıp Haşim hocama mektup yazdım. Ve seneler süren mektuplaşmamız öylece başladı. Öğretmen - öğrenciden çok dost olduk zamanla. Mektup yolu gözler oldum. Ne güzeldi. Sonra koptu, son mektubumuz nasıldı, ne yazmıştık, hatırlamıyorum. 

İyi öğretmenlerim de oldu, kötüleri de. Öğretmenlik zor meslek. Çocuklarla uğraşmak zor, hele ergenlerle daha da zor. Önceden eti senin kemiği benim diye teslim edilirdik öğretmenlerimize. Şimdi en ufak bir uyarıda öğretmenlere çıkışıyor veliler, "benim çocuğuma nasıl bıdıbıdıbıdıbıdı". Önceden korkuyla karışık saygı duyardık, şimdi öğretmenler korkuyor öğrencilerden. Hatta sınıfta bıçaklanıyorlar, tehdit ediliyorlar. Öğretmenlere duyulan saygı, öğretmenliğin prestiji  eski günlere döner mi bilemem. Bu mesleği  sabırla, hakkıyla yapan, sorgulayan, düşünen bireyler yetiştirmeyi amaç edinen tüm öğretmenlerin gününü kutlarım. 


18 Kasım 2014 Salı

Mutluyum be...


Yarın Antalya'ya gidiyorum. Daha önce yazmıştım Aralık ayında bir haftalığına eğitime gideceğimi. Yarın gideceğim ekstra olarak çıktı. Eşime 2 günlük bir seminer çıktı. Ben de fırsattan istifade edeyim dedim. Hem onlara ayarlanan otelle bizimki arasında dağlar kadar fark var. Benim neyim eksik, tabi ki takıldım peşine. Bu ay baya bi açılmış olacağız ama ne yapayım yaaa, ölecez gidecez anasını satayım. 2 güncük tatili çok mu göreyim kendime. 

Yarın sabahtan çıkıp Cuma akşam döneceğiz. Perşembe ve Cuma eşim seminerde olacak, sabahları onu zihin açıklığı dileyerek uğurladıktan sonra ben de otelde fink atacağım. Bol fotoğraf çeker, yürüyüş yaparım, kitap okur, havuza girerim. Açık büfeyi sömürür, iki günde kaç kilo alınabileceğini sınar gelirim :)

Üzüm yine ablama emanet edilecek tabi. Bir yere gittim mi aklım hep bu delide kalıyor benim. Çok da özlüyorum eşek sıpasını. Kokusunu özlüyorum en çok. Dün gece yatağa girdikten sonra, Üzüm gelip tepeme yatıp mırlamaya başladı her zamanki gibi. O an yatağımıza dışarıdan baktım, o kadar huzurlu bir tablo gördüm, o kadar mutlu oldum ki anlatamam. Eşim yanımda, kedim sırtımda mırlıyor, sağlığımız, keyfimiz yerinde. İnsan başka ne ister ki. Bu aralar her şey yolunda, keyfim yerinde.

Bu fotoğrafı ve haberi sabah gördüm, içim ezildi. Daha önce de kitap yorumlarımda yazmıştım, Harry Harlow adında bir psikoloğun yavru maymunlarda anneye bağlılık deneylerinde neler yaptığını. O aklıma geldi hemen. Zavallı yavrucak, nasıl da masum ve savunmasız.


Bol fotoğraflı ve keyifli yazılarla dönmeyi planlıyorum, aksilik olmazsa. 


17 Kasım 2014 Pazartesi

Din - iman - hayvan

Pazar günü babamın doğumgünüydü, kutlamaya gittik. Dişi bir kedi var, her sene hamile kalır, gelir babamın bahçeye doğurur. Kedi sayısı 8'e çıkmış. Bir dahaki gidişimizde anneyi alıp getirmemiz, kısırlaştırmamız lazım. Kedi çiftliğine dönmüş bahçe. Bahçeye çıktığında hepsi bir ağızdan bağırarak koşuşuyorlar. Yeni yavruların 3'ü de dişi üstelik. O yüzden bu gidişe bir çözüm bulmak gerek.

Köylüler hayvanlara karşı gerçekten çok acımasızlar ve babamın haline gülüyorlar. Onlara yemek pişirmesini, bakmasını, kovalamamasını hayretle karşılıyorlar. Zavallı bir köpek vardı, açlıktan kemikleri görünecek kadar zayıf bir hayvan. Arada bir babamın bahçeye yanaşır, yemek dilenirdi. Babam da tabi dayanamaz verirdi bir şeyler. Tabi köpeğimiz Şanslı pek yanaşmasına da izin vermiyordu onun. Köylünün biri almış hayvanı dağdaki evine götürmüş, domuz kovalasın diye. Biz de sevindik, yuva buldu, karnı doyar diye. Adam götürmüş hayvanı, 3 günde bir kuru ekmek atmış önüne. Bakmış ki istediği gibi koruyamıyor domuzlardan evi damı, o kuru ekmeği de vermemiş. Bağlamış ağaca ve ölsün diye beklemiş. Günlerce yemek vermemiş hayvana. Bakmış ölmüyor, çözmüş ipini, basmış dayağı kovalamış hayvanı. Ve bunu aynen bu şekilde babama anlatmış. Ne kadar dayanıklı hayvanmış, gebermedi bir türlü demiş. Bu köpek, açlıktan ve dayaktan bitap halde, sürüne sürüne dağdan inip babamın evini bulmuş gelmiş yine. Geldiğinde arka ayakları tutmuyormuş, hayvanın tüm kemikleri dışardaymış. Tüylerim diken diken oldu. Bunu yapan yaratığa ne denir, nasıl bir vicdan bunu yapabilir, benim aklım almıyor. Zavallı köpek şimdi yine bahçenin etrafında. Bizim köpeğin izin verdiği sınıra kadar yaklaşıyor ama bahçenin çevresinden ayrılmıyor. Hayvancık kendine gelmiş, kilo almış, toparlanmış. 

Başka bir köylü de, sürekli çoğalan kediler için bulduğu yöntemi anlatmış babama. Kedilere işlek bir caddenin karşı tarafında yemek vermeye başlamış. Ve kediler caddenin öbür tarafına gelip geçerken ezilip gitmişler. "Bu insanlar beş vakit namaz kılıyor" diyor babam. Beş vakit değil, yirmidört saat başın secdeden kalkmasa ne yazar. Bugün de gazetelerde görmüşsünüz, eşeği ayaklarından tren yoluna bağlamışlar. Vicdan, merhamet ve ahlak kavramlarının dinle imanla pek bir bağlantısı olmadığının açık bir kanıtı da bunlar işte.

Neyse, bu kadar kötü hikayeden sonra güzel fotoğraflarla bitireyim.


Bu tipler ocağın başında huşu içinde bekliyorlar. Neyi, tabi ki pişen yemeklerini.


Babam tavuklarına taze solucan ziyafeti verirken... Tavuklar o toprakta çılgınlar gibi eşeleniyorlar.


Bu da yeni gelen 3 yavrudan biri.

Böyleyken böylee...

12 Kasım 2014 Çarşamba

Mim

Ms.Grumpy "Tarihin En Kalabalık Mimi" yazısında beni de mimlemiş. Teşekkür ederim. Haydi sorular ve cevaplara geçelim:

Blog açma hikayeniz nedir?
Blog açmadan önce uzun zaman blog okudum. Sonunda ben neden yazmıyorum dedim. İyi ki de açmışım.

Blog isminiz nereden geliyor, neden bu isim?
İçinde kedi ve kitap geçen bir isim istiyordum. Birçok alternatif vardı aslında ama baktıklarımın hepsi alındığı için Kitapsız Kedi'de karar kıldım.

Hangi mevsimi seversiniz, bu mevsim size neyi çağrıştırıyor?
Bahar mevsimi. İlkbahar ve sonbahar. Başlangıçları ve yenilenmeyi çağrıştırıyor. Doğanın renk ve şekil değiştirmesini izlemeye bayılıyorum. Sonbahar renklerini ve kurumuş yaprakları ezdiğimde çıkan sesi çok severim.  




Kırmızı ruj mu eyeliner mı?
Eyeliner. Kırmızı ruj, çok kadınsı. Bense hiçbir zaman çok kadınsı, çok seksi, çok dişi olamadım. 

Blog yazmak sana ne kazandırdı?
İçimden geleni, içimden geldiği gibi yazma, paylaşma özgürlüğü kazandırdı. Bir rahatlama aracı olarak blog tutmak diye bir tanım bile yapılabilir. "Dök içini rahatla" yerim burası. Onun dışında çok güzel insanlar tanımama vesile oldu. Yüzyüze olmasa bile, yanyana olduğunu hissetmek güzel. Geçmişi okuyup, kendine uzaktan bakabilmek de güzel. Bloğumu seviyorum :)

Kitap okumak mı, bir şeyler yazmak mı?
Kitap okumak öncelikli olmak üzere ikisi de güzel. Okumadan yazmak pek hoş sonuçlar doğurmuyor zaten.

Şiir mi, roman mı, hikaye mi?
Şiire bir türlü ısınamadım. Onun dışında roman olur, hikaye olur, biyografi olur, hepsini seviyorum.

En çok etkilendiğin film?
Film izlemeyi çok seviyorum. Etkilendiğim film sayısı da çok fazladır ama mutlu olmak istedikçe "Amelie" yi izlerim ve de çoook severim. 




Hangi tür kitap, film?
Vampirli mampirli ve fantastik tür dışında kalanlar. 

Öğrenci olmak mı, iş hayatı mı?
Mümkünse ikisi de değil. Sevdiğim bir işi yapmıyorsam -ki kahretsin o azınlığın içinde değilim- para çıksa bi yerlerden, bir orman evi alsam, eksem, biçsem, hayvanlarım olsa, bir hamakta kitap okuyarak geçse günlerim...

Kitap okumak mı, film izlemek mi?
İkisi de, ama kitap okumak daha ağır basıyor.

Klasik giyinmek mi, spor giyinmek mi?
Spor giyinmek. Ama işim gereği maalesef hep klasik, hep sıkıcı, hep rahatsız :(

Almaktan asla vazgeçemeyeceğin şey?
Kitap.




En sevdiğiniz yemek nedir?
Makarna.


En sevdiğin dizi?
Hiçbiri. Dizi kültürüm sıfır. Hiçbirini bilmiyorum. 

Özel bir yeteneğin olsa, ne olmasını isterdin?
Resim yeteneğim olmasını çok isterdim. Karşı blokta oturan bir komşumuz var, teyze resimlerini balkonda yapıyor genelde. Onu dikizliyorum perde arkalarından hayranlıkla. Özel bir yetenek deyince zihin okumak falan der insanlar ama hayalde bile gerçeklikten kopamıyorum işte, ne yapayım. Ayrıca zihin okumak hiç istemezdim, insanların davranışlardan bile yapaylık sezip rahatsız olurken, bir de zihinlerini okusam, iyice yaşanmaz hale gelirdi eminim bu dünya benim için. 

Hasta olmanın en kötü yanı?
Benim için en kötü yanı boğaz ağrısı. Hapşırmak, öksürmek, sümkürmek falan değil de boğazımın ağrımasından nefret ediyorum. 

Alınacaklar listen var mı? İlk beşi nedir?
Sadece kitaplar için yazılı liste tutarım, diğerleri aklımdadır. 

Mimi, Burcu'ya ve Jardzy'e postaladım gitti. 


Pastırma yazı


Yazdan kalma bir gündeyiz. Kim der Kasım ayının ortalarındayız. Pastırma yazının etkisi mi bilmiyorum, moralim yerinde. Her şey yolunda gidiyor bu aralar, sağlığımız yerinde, daha ne olsun. Daha ne ister insan mutlu olabilmek için? 

Babil.com'dan ilk siparişimi verdim, dün geldi kitaplarım. Siparişlere hediye olarak gönderdikleri bez çantaları da bloglarda, instagramda falan gördükçe daha da bir çekici gelmişti açıkçası. Amaaa, bana göndermediler :( Neden yaaa. Post it denen yapışkanlı kağıt zımbırtısından göndermişler. Ama ben bez çanta istiyorrrdum yaa. Neler aldım;

Hıfzı Topuz - Başın Öne Eğilmesin

Sebahattin Ali - İçimizdeki Şeytan

Gündüz Vassaf - İstanbul'da Kedi



Elimdeki kitap bitince İstanbul'da Kedi'yle başlayacağım okumaya.  Gündüz Vassaf'ın "Cehenneme Övgü" kitabını okumuştum seneler önce, çok beğenmiştim. Bu kitabını da beğeneceğimi düşünüyorum, kedili kitap üstelik, sevilmez mi :)

Aralık ayında 1 haftalığına Antalya'ya gideceğim büyük ihtimal, kurum gönderiyor eğitime. Göndere göndere Aralık ayında gönderiyorlar Antalya'ya. İş mi yani sizin yaptığınız şimdi. 

10 Kasım 2014 Pazartesi

Özlem ve Utanç



Bu sevginin, bu özlemin tarifi yok. Hayranlığım, özlemim her geçen gün artıyor. Özgürlüğünü verdiği bu vatanın şu halinden, şükran ve minnet duyması gerekenlerin bu nankörlüğünden utanıyorum. Tarihte görülmemiş bir mucizeyi gerçekleştirdi, dünya devlerinin üzerine çullandığı fakir bir milletten, bağımsız bir cumhuriyet yarattı. İktidar  sahiplerinden, ona oy veren ve 12 yıldır gözleri bu karanlığı görmeyenlerden utanıyorum. Her geçen gün daha çok özlüyorum, daha çok seviyorum, daha çok utanıyorum. 

7 Kasım 2014 Cuma

Ağaç



Hükümet destekli olduğu aşikar olan özel bir şirket (Kolin), Soma - Yırca'da tam 6000 ağacı katletti. Günlerdir zeytin nöbeti tutan köylüler, bu şirketin özel güvenlikçileri tarafından yerlerde sürüklendi, darp edildi. Tam 6000 zeytin ağacı kesildi.  

Önce bu köylülerin geçim kaynağı olan toprakları "acele kamulaştırma" yoluyla ellerinden al, binlerce zeytin ağacını kökle, dümdüz et, sonra buraya, yandaş firmana, lanet bir termik santral diktir, hem toprağı, hem havayı, hem orada yaşayan insanları pisliğe boğ, insanları geçim kaynağı olan topraktan koparıp lanet madenine sok, paradan başka kutsalı olmayan şerefsizlerce güvenlik önlemi alınmayan işlerde beş kuruşa çalıştır, cinayet gibi kazalarda da ölünce "fıtrat" de, "doğal afet" de. Bu ülkenin başına gelmiş en büyük afet sizsiniz. Fıtratınızda da yağmacılıktan, talandan, hırsızlıktan, başka bir şey yok.

Greenpeace grubunun da desteğiyle açılan davada, Danıştay bu akşam saatlerinde yürütmeyi durdurma kararı vermiş. Durdurma kararı, kesilen 6000 ağacı geri getirecek mi? Dava devam ederken, özel güvenlikle, dozerlerle, kanunsuz bir şekilde bu alandaki zeytin ağaçlarını kesme hakkı var mı bu firmanın? Neye güvenerek bu şekilde rahat hareket ettikleri son derece açık aslında. Çünkü devir onların devri, sırtları yere gelmez.

Yaşam alanı ormanlık alanların yok edilmesiyle domuzlar boğazlarda yüzüp şehir merkezlerine giriyor, ayılar yaşam alanlarında yiyecek bulamayınca mezar kazıp ölüleri yiyor. Ve durmak yok, yola devam. Katletmeye, yok etmeye, sömürmeye devam. Doğayı sömür, dini sömür, insanı sömür, emeği sömür. 

Devran döner mi dönmez mi bilemem - ki umudum yok- ama bunların intikamı alınacak. İnsanlar tarafından değilse de doğa tarafından. 

6 Kasım 2014 Perşembe

Sineklerin Tanrısı - William GOLDİNG


Uçakları ıssız bir adaya düşen bir grup çocuk. Yaşları 6-12 aralığında. Önceleri yetişkinlerin dünyasından uzakta, canlarının istediği gibi eğlenebileceklerini düşündükleri ıssız adanın tadını çıkarmayı düşünüyorlar. Sonra işler planladıkları gibi gitmiyor. Neden gitmiyor, ne bozuyor çocukların renkli ve masum dünyasını? Ne oluyor da cennet ada, tam bir cehenneme çevriliyor? 

Kötülük doğuştan içimizde var olan bir  canavar mı, yoksa sonradan mı kötü oluyoruz? Çocuklar aslında sandığımız kadar masum değiller mi? Kimsenin doğuştan kötü olmadığını ve olamayacağını biliyorum, ancak şuna da inanıyorum ki, insan kötü bir canlı türü. Evrimin en son, en gelişmiş halkasında bir şeyler eksik ve hatalı. Vicdan mı, iyilik mi, merhamet mi, ya da hepsi birden. 

İtiraf etmeliyim, kitabın başlarında epeyce sıkıldım. Umduğumu bulamadığımı düşündüm ama bir yerden sonra ipler kopuyor, paldır küldür devriliyor sayfalar. Kitapla ilgili yorumları okurken rastladım; bu kitabı çocuk kitabı sanarak küçük yaşlarda okumuş ve dumur olmuş pek çok insan varmış. Bu bir çocuk kitabı değil, çocuklarınıza almayın, psikolojik travma yaşatmayın :)

İş Bankası Yayınlarından Mina Urgan'ın çevirisiyle okudum kitabı. Yine yorumlarda okuduğumda gördüm ki, şu anda kitabın sonunda sonsöz olarak varolan Mina Urgan'ın tadına doyum olmayan değerlendirmesi, daha önceki basımlarda sanırım önsöz olarak verilmiş. Tabi büyük hataymış ve bu metni sonsöz yaparak telafi etmişler hatalarını. 

Alegorinin dibine dibine vurulan ve 1983'te Nobel Edebiyat Ödülü de alan bu romanı okumalı derim.

Oral dönem tatminsizliği


Bu sabah iş yerimde konuşmadan ve yemeden duramayan birine karşı dinliyormuş gibi görünmek zorunda olmanın sıkıntısını yaşarken, aklıma Freud geldi. Freud kişilik gelişiminde yaşamın ilk beş yılının çok önemli olduğunu söyleyerek bölümlere ayırmış gelişimi. Bunlardan ilki oral dönem. 0-18 aylık olduğumuz bu dönemde ağız ön planda. Bu dönemde yeterli doyum sağlanamıyorsa ya da aşırı doyum sağlanırsa ilerde yaşanabilecek sıkıntılar da yine ağızla ilgili; oburluk, sigara bağımlılığı, bağımlı kişilik yapısı oluyormuş.

Sürekli ama sürekli konuşma ihtiyacı duran, konuşamadığı zamanlarda, sürekli yemek yiyen biriyle çalışıyorum. Sürekli olarak ya konuşuyor, ya yiyor. O ağız boş durmayacak yani. Sabah evde kahvaltı yapıp çıkıyor, burda da kahvaltı yapıyor, sonra çikolatası, şimdi de kart kurt kuruyemiş yiyor. Arada kalan zamanlarda da mutlaka konuşuyor. Ne konuştuğu da önemli değil, o çene boş durmasın yeter ki. Sigara bağımlılığı da var üstelik. 

Kesinlikle oral dönemden kaynaklanan bir ağız tatminsizliği söz konusu. Freud haklı mı ne? 

5 Kasım 2014 Çarşamba

Yalnızlığım...



İnsanlar neden birbirleriyle çok iyi anlaşıyorlarmış gibi yapmak zorunda hisseder kendilerini. Sevmedikleri insanlara bile yapmacık yapmacık gülümsemek, sanki çok ilgileniyormuş gibi hal hatır sormak, sağlık sıhhat dilemek, anlatırken bile dinlememek, sonra da arkasından etmedik laf bırakmamak zorundalar mı? Gerçek olabilmek, hissettiğini söylemek ve yaşamak bu kadar mı imkansız ve kötü bir şey insanlar için. İçinden gelmiyorsa gülme kardeşim yüzüme, cevabını dinlemeyeceğin şeyi sorma, arkamdan tersini konuşacaksan yüzüme de konuşma. 

Herkes birbiriyle vıcık vıcık ve samimiyet yoksunu bir yakınlık içinde. Bakışlar gerçek, bakışlar ele veriyor samimiyetsizliği. Bir tek ben mi anlıyorum, bir tek ben mi görüyorum diyorum kendi kendime. Ya da göre göre, bile bile bu samimiyetsizliğe katlanmak, bunu yaşamak ve yapmak zorunda hissetmek nasıl bir duygu? Kendimi ele veriyorum ben, yapmacık olduğumda dünyanın en kötü oyuncusu oluyorum. Kendimden utanıyorum. Eşim de öyle diyor, çok belli ediyorsun sevmediğini, istemediğini diye. Yapamıyorum ki tersini. Bu oyunun kurallarına uyamıyorum, o yüzden de hep oyun dışı kalıyorum. Soğuk bulunuyorum, kendini beğenmiş bulunuyorum. O yüzden insanları değil hayvanları seviyorum. Hayvanların samimiyetini, gerçekliğini insanlarda bulamadığım için uzak duruyorum. 

Yalnızlığı sevmemin en büyük sebebi de budur belki, insan kendine rol yapmaz değil mi? Kendine bile rol yapan insanlar tanıyorum ben.  Kendiyle başbaşayken bile aynalarda rol çalışanları biliyorum. Hayır, tiyatrocu olduklarından değil, yaşam sahnesinde eşe dosta rol kesmek için. Gitgide daha yorucu oluyor bu toplumsal rolleri oynamak. O yüzden de gitgide azalıyor çevremdeki insanlar. Ya bu rolü hakkıyla oynayacaksın ya da etiketleneceksin, kibirli, kendini beğenmiş, soğuk olacaksın. Yalnızlık benim için bir tercih, evet. 

İyi ki varsın yalnızlığım. Yalnızlığım benim samimi arkadaşım, gerçek dünyam. 

"Yalnızlığım benim, çoğul türkülerim
 Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi."
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...