26 Aralık 2016 Pazartesi

Dövme yaptıracaklara tavsiyeler ve işte benim dövmem...


Yaptırdım be blog, sonunda o dövmeyi yaptırdım. Acımıyor, burası kesin. Yani ağda kadar bile acısı yok, öyle diyim. Belki sırt az acıyan bir bölgedir bilmiyorum, ya da benim sırtımın sinirleri ölmüş :D Bir saat kadar sürdü. Gören herkes beğendi, ya da bana öyle dediler. Ama beğendiklerini düşünüyorum, çünkü bana karşı dürüst olan insanların fikirlerini aldım. 

Bu fotodaki ben değilim, ama dövmem budur :) Yorumlarınızı merak ediyorum. 

Düşünenler için birkaç da bilgi vereyim, şurada dursun. Öncesinde tabi ki, uzun uzun düşünmeniz gerekiyor. Ne yaptıracağınıza, gerçekten isteyip istemediğinize, sıkılma ihtimalinize,  nerenize yaptıracağınıza, nerede yaptıracağınıza v.s v.s. Düşünülecek çok şey var, çünkü gerçekten önemli bir şey. Vücudunuza kazınıp bir daha çıkmayacak bir şey. Gaza gelip sevgilisinin adını falan yazdıranları çok görmüşsünüzdür. Sonra nasıl sildiririmi düşünüyorlar. Çocuğunuzun adı falan neyse de, sevgili ismini boşverin.

Gerçekten istediğimize karar verip, modeli ve yeri de seçtiysek sorun yok. Ertelemeyin. Gerçekten bak. Kesinlikle ertelemeyin, gidin yaptırın. Hayatın tekrarı yok ve bu vücut size ait. İstiyorsanız gidin dövdürün valla :) 

Dövmeciye gitmeden önce yapmam gereken bir şey var mı diye sordum, tek bir şey söyledi, aç gelme. Sırtımı açıkta bırakacak bir kıyafeti de yanıma alıp eşim ve meraklı yeğenimle gittik. Önce şablonunu çıkardı, uygulaması da bir saat kadar sürdü. Kendimi çok daha fazla acıya hazırlamıştım, gayet kolay oldu bitti. 

Bittikten sonra sırtımı streçle kapladı. Bir saat sonra streci çıkarmamı, peçeteyle hafifçe silip, bepantol merhem sürmemi ve bu işlemi o bölgenin kurumasına müsaade etmeyecek şekilde tekrarlamamı söyledi. İlk 2 gün günde 5 defa yaptım sanırım. 1 hafta böyle devam edecek merhemle işi. 

İşte böyle. Çok heyecanlandım, çok mutlu oldum be blog. Umarım bir gün burdan paraşüt maceramı da anlatırım. 


23 Aralık 2016 Cuma

Her (2013)



Daha önce izlemiştim, aklıma geldi tekrar izledim. Çok beğenmiştim, blogda yazdım mı emin olamadım, baktım, yazmamışım. Yapay zekalı filmler ilgimi çekiyor, seviyorum. Bu film ise hem duygusal, hem bilim kurgu, hem dram. Değişik, tam benim sevdiğim tarzda. Filmdeki renkler, müzikler, her bir şeyi güzel işte. 

Konusuna geleyim. Başrol oyuncumuz, yalnız ve duygusal bir adam. Ki bu adam Joaquin Phoenix'in bıyıklı ve yüpyüksek bel pantolon giymiş hali oluyor. Tanıyamadım bile kendisini ilk izlediğimde. Neyse işte, bu adam, bir mektup servisinde çalışıyor, başkaları adına mektuplar yazıyor, ki çok ilginç bi sektör fikri bence de. Sonra yalnızlıktan bunalıp bir işletim sistemi satın alıyor. İşletim sistemimizin adı Samantha ve kendisini seslendiren kişi Scarlett Johansson. Kadın görsel olarak yok ama sesine bile kapılıyorsunuz :) Aynı başrol oyuncumuz gibi. İşin özeti şöyle, insan bir yapay zekaya aşık olabilir mi? Olursa ne olur? Yapay zekanın zekası yapaylıktan öteye geçebilir mi? 

Bence izleyin. Hatta film bittikten sonra açıp şunu dinleyin. Çok güzel şarkı yaaa.


20 Aralık 2016 Salı

Dövme Yaptırıyorummmm


Sonunda yaptırıyorum. Bu Cumartesi için randevu aldım. Sırtıma bir ağaç motifi yaptırıyorum. Çok, çok ama çok heyecanlıyım. Çok uzun yıllardır düşündüğüm, istediğim bir şey bu. Senelerdir dövme modelleri bakmaktan fenalık gelmişti. 

Bir pürüz var, o da eşim. Her ne kadar ailesine bağlamama kızsa da, istememesinin tek sebebinin bu olduğunu düşünüyorum. Çünkü geçen sene bu konuyu konuşmuş ve kapatmıştık. Yaptır demişti. Şimdi de istemiyorum diyor. 

Bu benim bedenim. Geçici hevesler yaşayacağım yaşları çoktan geçtim. Dövmeyi senelerdir istiyorum ve ben 36 yaşındayım. Neden kendi bedenimiz üzerinde, kimseye ve kendimize bir zararı olmayacak  bir şeyi yaptırmakta bile söz sahibi olamıyoruz. Neden insanlar başkalarının bedenleri üzerinde söz söyleme ve karışma hakkı görüyor kendilerinde? İnançsa, senin inancın farklı, benim inancım farklı olabilir. Ben senin inancına göre davranmak zorunda değilim, sen de benimkine göre. 

Daha önceki bir yazımda da söylemiştim. Ölmeden yapmayı en çok istediğim şeylerden biri dövme, biri de paraşütle atlamaktı. Geçen yaz paraşütle atlayacaktım güya, olmadı. Eşim, şimdi konusu ne zaman açılsa surat astığı için dövme konusundaki heyecanımı bile yaşayamıyorum. Eminim yaptırırken ve sonrasında da burnumdan getirme çalışmaları devam edecek. Yine de ben, beğeneceğini düşünüyorum. 

Burada heyecanlanayım bari biraz :D Heyoooooo, helelehübeleeeee, dövmeee yaptırıyorummmmmm. Hilililililili, olleyyy, dıpstısdıpstıt, dümtektek.... :D

16 Aralık 2016 Cuma

Vazgeçmek



Vazgeçmek zordur. Alıştığımız insanlardan, davranışlardan, yediğimiz içtiğimiz şeylerden, rutinimizden... Peki vazgeçtiğimiz kadar mı özgürüz, yoksa düzenin tıngır mıngır beşiğinde huzur mu batıyor da vazgeçiyoruz bir şeylerden. 

Bazı şeylerden, bazı insanlardan vazgeçmek gerekir. Canını acıtsa da... Anne babanın, evladının kendi ayakları üzerinde durabilmesi adına, yuvadan uçması adına gitmesine göz yumması gibi. Çok seversin, gitmesini istemezsin, ama bilirsin ki öyle mutlu olacak, öyle olması gerekiyor. Bazıları yapamaz bunu, oğluna ya da kızına o kadar bağımlıdır ki, eşinden kıskanır ve sevgisiyle zindan eder evladına hayatı. 

Alışkanlıklardan vazgeçebilmek de güçtür. Sıkı bir irade gerektirir. Ne kadar doğrudur bilmiyorum ama, bir davranışı alışkanlık haline getirebilmek için 21 gün tekrarlamak gerekliymiş. Ya bir alışkanlığı terk etmek ne kadar sürer acaba? 

Bazen de olmayacağını bile bile, vazgeçemezsin bir düşünceden.  Mantığınla kalbinin çeliştiği yerde sen boğulursun. İşte o aşamada, seni ne kadar yaralarsa yaralasın vazgeçmen gerektiği bilirsin. O ipi sıkmaktan ellerinin parçalandığı yerde bırak olacağına varsın. 

Her türlüsü acıtsa da, güçlendirir insanı vazgeçmek. Vazgeçmek zorunda bırakıldığın yerde daha soğuk, daha umursamaz olursun. Zırhına bir katman daha eklersin, bundan sonra kimse delemesin o zırhı diye. 


13 Aralık 2016 Salı

Beni Dinler misiniz?



Ben çok konuşan biri değilim. Çok konuşan birini dinlemek zorunda kalmak beni en çok sıkan şeylerden biridir. İş yerimde yıllarca, çok konuşan biriyle çalışmak zorunda kaldığımdan sıkıntısını epey çektim. Beynim zonklamaya, kulaklarım çınlamaya başlar bir süre sonra. Sessizliği severim. Kendimle kalmak, yalnız olmak benim için kabus değil, mutluluktur. 

Geçen hafta, çalıştığım kurum, bir seminere katılmak üzere İzmir dışına gönderdi beni. Yeni tanıştığım ve yaşça benden büyük iki kadınla sohbet ediyoruz, daha doğrusu onlar konuşuyor ben dinliyorum. Genellikle gözlemlediğim şey, bu sohbette de gerçekleşti. Hep kendileri konuşmak istiyor, biri, diğerini dinlerken bile, "bitse de, ben de kendimi anlatsam" modunda. Karşındakinin ara vermesini bekliyor ve hemen kendinden bahsetmeye başlıyor. Bir süre sonra, ikisi de bana dönmüştü, birisi ara verince diğeri anlatıyor, diğeri soluklanırken öbürü başlıyordu. Karşısındakini dinlemiyorlardı bile, sadece kendi anlattıklarına odaklanmışlardı. Benim yorum yapmama ya da iki kelime etmeme bile gerek yoktu, çünkü onların yaşadıkları en ilginciydi, en eşsizdi, en anlatılması gerekendi. Bir ona, bir diğerine kafa sallayarak saatler geçti. 

İnsanlar kendinden bahsetmeyi sever, kendilerini anlatabildikleri insanlarla konuşmayı da. Ama neden hep konuşmak üzerine diyaloglarımız. Karşımızdakini anlamaya çalışmak ya da dinlemek yerine, "ben de şöyle oldum, benim başıma da şu geldi, benim de şuram ağrıyor" diye başlıyoruz konuşmaya. Ben, ben, ben. Dinlemeyi bilen insan o kadar az ki. O yüzden insanlar, dinleyen birini bulduklarında kendilerini kaybediyorlar sanırım. 

Karşındakinin senin anlattıklarına ilişkin yorumunu önemsemiyorsan, o konuşurken onu dinleme gereği duymuyorsan, sadece konuşmak için konuşuyorsun demektir. Bunun için de karşında biri olması çok da gerekli değil aslında. Anlat dur aynalara, duvarlara. Boş yere insanı da esir alıp kafasını şişirme. Bazen anlatılanlar ilginç gelse bile, sırf bu sebeple uzaklaşmak istiyorum ortamdan. 

Yazıya birkaç gün önce başlamıştım. Olaysız, patlamasız, sorunsuz, terörsüz, krizsiz bir günümüz olsa da böylesine basit yazılarımızı, yutkunmadan, gereksiz bulmadan yayınlayabilsek. Ama silmeyeceğim. Gündeme dair söylemek istediklerimi yeterince yutuyorum, yutkunuyorum, susuyorum. Onlar içimde kalsın, ben basit şeylerle takılayım. 

30 Kasım 2016 Çarşamba

Yeniden merhaba...


6 ay olmuş yazmayalı. Bu şirin mi şirin görseldeki gibi rüzgarda savurulup gidiyormuşum gibi geliyor bazen. Bu sene çok çabuk geçmedi mi? Artık zaman daha çabuk geçiyor sanki. Yaşlanma belirtilerinden biri de bu sanırım. Zamanın daha hızlı geçiyormuş gibi hissedilmesi...

Çok mühim değişikliklerin olmadığı bir 6 aydı benim için. Yaşadığım her gün, çevremde sayıca az da olsa, sevdiğim insanların olması, sağlıkla alınan her nefes değerli ve muhteşem ama 2016 benim için sıradandan öteye geçmeyen bir yıl oldu. Ve sanırım nasıl geçtiğini anlamadığım bir yıl. En hızlı yıl unvanını veriyorum 2016'ya.  Görüşmeyeli değişen hiçbir şey yok yani anlayacağınız hayatımda. Hala çocuk sahibi olmayı reddeden eksik bir kadınım, Üzüm kızım  şükürler olsun ki hala bizimle, hala iş ev arası gidip gelmelerle harcıyoruz ömrü işte. İş hayatımdaki ufak değişikliği hiçe saymak da olmaz tabi. Müdür vekilliği verildi bana, teselli ikramiyesi olarak. Yaşadıklarımdan sonra artık gözümde çok da kıymeti olmadığından önemsemiyorum bu durumu. Ama şu var, şu an iş hayatımın en huzurlu dönemini yaşıyorum sanırım. 

Buraya hiç uğramadım, yazılanları hiç okumadım :( Ve Küçük Joe'nun dürtmeleri olmasa sanırım hiç açmayacaktım. Kopuşun sebebi tam olarak şu diyebileceğim bir şey de yok. Önceden,yazdıklarınızı okumak, burada bir şeyler paylaşmak çok mutlu ediyordu beni. Belki hala edecek, yazsam, okusam. Ama nedenini bilmiyorum işte. Olmuyor. Belki ülke gündeminden, yazacaklarımı, yaşadıklarımı önemsiz hissetmekten. Ülke bu durumdayken ben nelerden bahsediyorum, nelere takılıyorum hissi yazmamı zorlaştırıyor belki. Bilmiyorum işte... En azından okuduklarımı yazsaydım pişmanlığı yaşamıyor değilim. Buraya büyük oranda bu amaçla yazmaya başladım zaten. Okuduklarımın kaydını tutmak için. Neyse belki ufak ufak yazarım bir şeyler yine. Şimdilik bu kadar olsun.

6 Haziran 2016 Pazartesi

Eksik insan olarak KADIN


Yine buyurmuş zat-ı şahaneleri: "Anneliği reddeden kadın, eksiktir, yarımdır. Daha geniş tutuyorum. İnsanlıktan vazgeçmektir." 

Kadınların oralarından, buralarından, çalışmasından ve çalışmamasından, yemesinden, gülmesinden, doğurmasından ve doğurmamasından, giyiminden, saçından, başından, SİZE NE! 

Ben bilerek ve isteyerek anneliği reddeden -yarım, eksik ve insanlığından vazgeçmiş!- bir kadın olarak hayatımdan memnunsam SANA NE! 

Kadınları sadece üreme aracı olarak gören bu zihniyet biliyorum ki kadınlar üzerine pervasız laflar etmekte en büyük hakkı kendilerinde görüyorlar. Size bu hakkı kim veriyor? Sadece doğurmak ya da doğurmamak da değil derdi. Kadının iş hayatından çekilip eve kapanması. "Evini çekip çevirmekten vazgeçen kadın" diyor. Üstelik bunları Kadın ve Demokrasi Derneği adında bir derneğin açılışında söylüyor. Ne söylesek, ne yapsak boş. Kadın eğitilmedikçe, kadın okumadıkça, kadın konuşmadıkça, hakkını savunmadıkça, kendini yetiştirmedikçe, ne yapsak boş. Kadınlarla bu kadar uğraşılmasının, baskı altında tutulmak istenmesinin sebebi de bu zaten. Çünkü kadın cehaletten kurtulursa, toplum da cehaletten kurtulacak. Ve cehalet bazılarının işine fazlasıyla yarıyor. 

23 Mayıs 2016 Pazartesi

Kirpinin Zarafeti - Muriel BARBERY


19 mayıs tatilinde İnciraltı Kent Ormanına  gittik. Giderken yanıma kitap almıştım ama aklıma Kirpinin Zarafeti düştü bir kere. Uzun yıllar sonra ilk defa kitapçıdan kitap aldım. İnternetteki fiyatından 5 lira fazla. Önce bisiklete bindim, sonra balık tutan eşimin yanında sahilde kitabımı okudum.


Haftasonu keyifsizdim. Eşimle çok gereksiz ama bir o kadar da canımı sıkan bir tartışma yaşadık. Evden çıkmadım. O balığa gitti her zamanki gibi. Ben de kitap okudum. 

Keyifsiz hafta sonumu keyifli hale çeviren kitap "Kirpinin Zarafeti" idi. İlk defa kitaptan uyarlanan bir filmi çok başarılı bulduğumu söyleyebilirim. İki detay dışında çok fark yoktu kitapla film arasında. Renee'nin kız kardeşinin yaşadıkları ve Renee üzerindeki etkisi filmde hiç anlatılmamış. Ve Paloma, filmde babasının eski kamerasıyla çektiği filme aktarırken düşüncelerini, kitapta günlük tutarak aktarıyor. Bu iki fark dışında filmin kitabı çok iyi aktardığını düşünüyorum. 

Müthiş süpürgemizle evi süpürdüm, çamaşır katladım, mercimekli bulgur pilavı yaptım, ali expressten aldığım iki posteri çerçeveledim. Bunlar dışında kalan tüm zamanlarda okudum, okudum, okudum. Okumanın beni şimdiki zamandan çıkarıp, başka boyutlara taşımasını seviyorum. Başka ülkelere, başka hayatlara götürmesini, hayata başka gözlerden baktırmasını seviyorum.  Canın mı sıkıldı, aç kapağını kitabın, izin ver götürsün seni başka diyarlara. 


18 Mayıs 2016 Çarşamba

Le Herisson (Yaşamaya Değer)


Eskisi gibi yazamıyorum artık. Çok istesem de olmuyor :( Ne yazayım, yazınca ne olacak sanki derken hiç isteğim kalmıyor. Bazen başlıyorum yazmaya, bir iki satırda tıkanıp kalıyorum. 

Şu an yazmak için çok güzel sebebim var. Dün akşam bir film izledim. Uzun zamandır böyle keyif alarak izlememiştim bir filmi. Bitmesin istedim. En sevdiğim film Amelie gibi bir fransız filmi. Karakterlere, oyunculuğa, konuya, anlatım tarzına, çekimlere, renklere, detaylara, her şeyine bayıldım filmin. 3 ana karakter üzerine kurulu film. 11 yaşındaki Paloma'ya bayıldım ve kendimi Renee karakterine çok yakın hissettim. Aynı onun gibi dıştan bir kale gibi korunaklı ama içinde son derece kırılgan ve zarif. Ölüm ve yaşam, farkına varmadığımız, gözümüzün önünde durup da hiç önemsemediğimiz güzellikler üzerine müthiş bir film. Filmin bitmesine 20 dakika falan kala, bitiyor diye üzüldüm. Durdurdum filmi biraz dolandım evin içinde, bir sigara içtim falan. 

Muriel Barbery'nin "Kirpinin Zerafeti" isimli kitabından uyarlanmış film. Keşke önce kitabı keşfetseydim, onu okusaydım. Kitabın çok daha iyi olduğuna şimdiden eminim. En kısa zamanda kitabı da okumalıyım. 

Mutlaka izlemelisin. Mutlaka.

8 Mayıs 2016 Pazar

Süpürge ve film tavsiyesi.

Temizlikteki iş bölümümüzde elektrik süpürgesi eşimde. Sağolsun kendisi, süpürge yaparken sinirden kendini kaybettiği için bugüne kadar 3 elektrik süpürgesini haşat etti. Ne zamandır sapı koli bandıyla yapıştırılmış dandik bir süpürgeyle idare etmeye çalışıyorduk. Cuma akşamı gittik aldık sonunda yenisini. Cumartesi günü hemen deneme yaptım. Bir insan bir eşyaya aşık olabilir mi? Ben oldum :) Elektrik süpürgesi almayı düşünenlere şiddetle tavsiye ediyorum efenim. Markasını belki de hiç duymamış olabilirsiniz. Nilfisk. Vallah billah reklam falan yaptığım yok. Üzümün tüyleri halıya yapıştı mı çıkmak bilmezdi, taktım turbo başlığı, bir geçtim üstünden gitti hepsi. Gerçekten şoka soktu bu alet beni. Bugüne kadar şu eve almış olduğum en güzel ve en faydalı şey bu süpürgedir, işim bittikten sonra kendisini öpüp alnıma koyarak yerine yerleştirdim. 

Temizlik sonrası bir de güzel bir film izledim. The Bucket List. En fazla 1 yıl ömrünüz kaldığını öğrenseydiniz ne yapardınız? Peki bunları neden şimdi yapmıyorsunuz? Benim de kaç yıldır yapmayı düşündüğüm ama hep düşüncede kalan iki isteğim var filmde de geçen. Biri dövme yaptırmak, diğeri paraşütle atlamak. Bu yaz paraşütü, önümüzdeki kış ise dövme olayını halledicem ölmezsem :) 

Bugün de anneler günü. Sabah annem ve ablamlarla kahvaltıya gittik Çiçekliköy'e. İyi ki erken çıkmışız. Aman allahım, dönerken karşı taraftaki trafiği görünce şoka girdim. "Ananı da al gel" günüydü bugün kahvaltı mekanları için. Böyle günlerde hep annesi hayatta olmayan çocukları, çocukları hayatta olmayan anneleri düşünürüm. Onların burukluğu beni de üzer. Sabah Üzüm'e sarılıp öptüm, eşek sıpası hep bi havalar, hep bi kibir, kendini beğenmişlik. Olsun, yine de bayılıyorum kedilerin bu havalarına. Kedi anası olarak, tüm kedi köpek ve bilimum hayvanat annelerinin ve bu dünyaya güzel insanlar yetiştiren tüm annelerin anneler gününü kutlarım.


2 Mayıs 2016 Pazartesi

35


Ben var ya ben, bugün tam olarak 35 yaşımı doldurmuş bulunmaktayım. 35 (otuzbeş) (XXXV) yaşındayım. Kocaman bir ootttuuuzzz beeeşşşş. İzmir'imin plakası. Nasıl hissediyorum kendimi? Hımmm. 30'dan sonra doğumgünlerimi sevmemeye başladım. Böyle bi hüzünlü, bi ağlak hissediyorum kendimi. Bunda "otuz beş yaş" şiirinin de etkisi var sanırım. Ne öyle yolun yarısı falan ya, canımı sıkmayın benim. Şaka, şaka. Valla yaşımdan falan memnunum ya, bi derdim yok. Belki bunda minyon olmamın, yaşımı göstermiyor olmanın da etkisi vardır. 

Cuma gününden başlayayım anlatmaya. Cuma akşamı film izleyeyim dedim. Film izlemeyi düşününce tavsiye aradığım ilk yer Küçük Joe sayfası tabi ki :) Biraz bakındım, sonra Time Out'da karar kıldım. Kendime bi votka-sprite karışımı yaptım. Ohh, film de çok keyifliydi, çok da güzel oldu. Bak şu duvarda gördüğünüz güpgüzel şeyi aldım kendime, nasıl beğendim, nasıl mutlu oldum. 



Cumartesi günü Urla'ya gittik. Enginar festivaline. Böylesini beklemiyordum, bir kalabalık, bir kalabalık. Öyle ki, Urla'da araba koyacak yer kalmamış, trafik felç olmuş. Arabayı baya bi uzağa park edip yürüdük, tüm İzmir oraya akmış sanırım. Tam bir festival havası vardı, enginarın her bi şeyini yapmışlar, en akla gelmeyecek şeylerini bile. Örnek; enginarlı dondurma :) Konserler vardı, şefler enginarlı tariflerini yapıyorlardı. Müzikler çalınıyor, göbekler atıyorlardı falan. 

Pazar akşamı da doğum günü bahanesiyle bi yere gidip yiyip içelim dedik. Rakı balık yaptık, tıksırıncaya kadar kalamar yedik falan. Rakıdan mı, çok yemekten mi artık gece midemin yanmasından, böyle acayip rüyalardan uyandım durdum. 


Stefan Zwieg'le devam ediyorum okumaya. Olağanüstü Bir Gece'den sonra Amok Koşucusu'na başladım. Ama Satranç'ın yerini tutmadı hiçbiri. İşte durumlar böyle bende. Şimdi ben ortayaşım dimi artık, gençlik gitti gördün mü :)




27 Nisan 2016 Çarşamba

Korku - Stefan ZWEİG




Yazarın okuduğum 3.kitabı. Satranç'la başladım ve hayran oldum. Sonra "Bir Kadının Yirmi Dört Saati"yle devam ettim. Ve şimdi "Korku". Çok güzel yazmış be. Konudan daha çok, kendine hayran kaldığım nokta, insan psikolojisini anlatışı. Öyle derin, öyle detaylı anlatıyor ki, okuduğunuz kişi siz oluyorsunuz bir anda. 

Kitapları incecik, evden işe, işten eve serviste bitirdim Korku'yu. Zweig, tüm kitapları okunacaklar listenizde olmalı bence. Benim için sıradaki kitabı "Olağanüstü Bir Gece".

"Korku, cezadan çok daha beterdir, çünkü ceza bellidir, ağır da olsa, hafif de, hiçbir zaman belirsizliğin dehşeti kadar, o sonsuz gerilimin ürkünçlüğü kadar kötü değildir.  İçte tutulan gözyaşları  akıtılanlardan daha acıtıcıdır."

24 Nisan 2016 Pazar

Mim


Kalem Nasırı'nın gecikmeli olarak cevapladığı mimi ben hemen yazmak istiyorum. Çünkü hem yazasım olup hem ne yazacağımı bilemediğim bir durumda güzel bir kurtarıcı oldu mim cevaplamak. 

Hemen başlıyorum ve farklı sebeplerle de olsa benim gibi uzun bir ara veren Kedileri Seven Kız'ı mimliyorum. Umarım senin için de bir dönüş yazısı olur. 

1 - Yakın çevrenizdeki insanlara blogunuzdan söz ediyor musunuz?
Blogumu sadece eşim biliyor. Yakın çevremden birilerinin -özellikle iş çevremden- blogumu öğrenmesi benim için kabus olur sanırım. Buraya rahat rahat yazamayacaksam ne anlamı var ki. Kimseye söz etmek gibi bir niyetim de yok. Böylesi çok daha özgür bir ortam sağlıyor yazmak için. 

2 - Neden blog yazıyorsunuz?
Şimdi 2012'de ilk yazdığım yazıyı açtım. Bu soruyu cevaplamışım desem :) İşte aynen şu;
"Yazma ihtiyacı neden hisseder ki insan? Dışavurum veya paylaşma isteği... Bilmiyorum benim yazma sebebim hangisi. Özel hayatı çok da paylaşma yanlısı değilimdir aslında. Facebookta her anını fotoğraflayarak paylaşan insanların amacını pek de anlayamam ama blog okumayı seviyorum. Belki bu yüzden ben niye yazmayayım diye düşündüm. Birkaç yazıdan sonra bitecek bir heves de olabilir. Devam da edebilirim. Günlük tutar gibi yazmak istiyorum. Önceden günlükler köşe bucak saklanırdı. Şimdi ise okunsun diye yazıyoruz. Hadi hayırlısı..."
Paylaşımdan da ötesi, blog yazmak beni rahatlatıyor. İçimi döküyorum işte. Ayrıca seviyorum ben blog dünyasını, okumayı da seviyorum, yazmayı da. 

3 - İlk yazınız ve son yazınız arasında ne gibi farklar var?
İlk yazım yukarıya yapıştırdığım yazı.  Pek bir fark yok gibi dimi. Fark olmaması iyi mi kötü mü bilemedim bak şimdi :)

4 - Blog yazmak normal yaşantınıza ne kattı?
Sandığım kadar yalnız olmadığım hissini yaşattı bana. Birebir tanışmasam da çok güzel insanlar dahil etti hayatıma. 

5 - Yakın arkadaşlarınıza blog yazmayı önerir misiniz?
Blog yazdığımdan haberdar olmamaları için önermem sanırım :P Bana kimse önermedi, yazacak olan eninde sonunda buluyor yolunu bence.

6 - Hangi kaynaklardan ilham alıyorsunuz?
İlham deyince sanki çok edebi şeyler yazıyormuşum gibi geldi. İlham demeyelim de, beni yazmaya dürten şey kişisel yaşamımdaki şeyler aslında. Beğendiğim şeyler, nefret ettiğim şeyler, okuduklarım, izlediklerim falan. 

7 - Diğer blog sahipleriyle iyi ilişkiler kuruyor musunuz?
Hımm, buradaki kimseyle kötü bir ilişkim olmadı. Ama biraz vefasızlık ettiğim kişiler var sanırım. Bazı kişilerin bana yaşattığı mutluluğu onlara yaşatamamanın verdiği utanç oluyor bazen. 

8 - Rahatsız olduğun konular var mı?
Blog dünyası şu meşhur "takibe takip" yapılan yerlerden farklı bence. O niyetle başlayan, samimiyetsiz bloglardan rahatsızım. 


23 Nisan 2016 Cumartesi

Güne dair notlar


Fotoğraf geçen haftadan. Film bile izlemediğim uzunca bir süreden sonra Küçük Joe'nun yazılarında gördüğüm filmi izlemeye karar vermiştim. The Holiday. Üzüm yine eşlikçimdi tabi. Kitap fuarına gittik geçen haftasonu, inanılmaz kalabalıktı, girişte upuzun bir sıra vardı, daha ileri saatlerde gitmek üzere vazgeçip Alsancağa gittik. Akşama doğru gittiğimizde gayet sakindi, rahat rahat gezdik. Daha doğrusu gezdim, çünkü eşim kapıda bekledi, onu sarmıyor pek. Çocuk kitapları ağırlıktaydı geçen sene olduğu gibi. %20 - %30 nadir de olsa %40 indirimli kitaplar vardı. Elimde okumadığım kitaplar olmasına rağmen yine kitap aldım. Kesinlikle bir hastalık bu, dayanamıyorum. Sonra haftaiçi idefixte bahar kampanyasını gördüm. 4 kitap da ordan aldım. Bunlar bitene kadar kitap almayacağıma dair kendime ciddi bir söz verdim. 

Bugün çok yorucu bir gündü. Uzun zamandır temizlemediğimiz evimiz pırıl pırıl şu an. Bir çuval çöp çıkardık evden. Yazlıkları da çıkardım. Giymediğim kıyafetlerimi ayırdım. Yarın da kilere ve ayakkabılara el atacağım. Temizlik sonrası yaşanan doyumu yaşıyorum şu an yorgun bir şekilde. 

Kendimi gerçekten iyi hissediyorum artık. Kullandığım mucizevi ilacı bırakmak aklımın ucundan geçmiyor çünkü şu anki beni çok sevdim. Kafama takmıyorum, olan bitenlere uzaktan bakıp, amaaaan diyorum. Geceleri ayrı bir alem, rüyalar alemi. Ağır bir ilaç da değil, yan etkisi de yok. Daha ne olsun.

Şimdi kitabımı alıp uzanacağım, temizlenmiş evin tadını çayım ve kitabımla kutlayacağım.  


14 Nisan 2016 Perşembe

Bir terapi yöntemi olarak boyama

Boyamaya başladım blog. Dün akşam eve gidince yemek, yemek sonrası toparlanma, duş, saç baş işlerinden sonra uzun zamandır oturmadığım masama oturdum. Ders çalışırken 7/24 bulunduğum odaya hazin sondan sonra girmek bile istemiyordum. Odayı bok götürüyor zaten. Özene bezene düzenleyip, "benim odam" diye mutlu olduğum oda, şimdilerde kurumuş çamaşırların yığılı bir şekilde katlanmayı ve ütülenmeyi beklediği iğrenç bir oda durumunda. Neyse, dün açılışı yeniden yaptım. Hiç sevmediğim beyaz ışıklı ampulü de değiştirdim. Beni çok mutlu eden hediye boyama kitabımı açtım. İçinden mektup da çıktı, tadından yenmez :) Kedi resmini boyacaktım aslında ama sinek kuşu daha cazip geldi. Spotifydan güzel bir liste de açtım. Sonuç böyle oldu işte. 


Büyüklere boyama olayı ilk çıktığında millet habire alıyor, boyayıp boyayıp fotoğraf paylaşıyordu, ben de bi taraflarımla gülüp, dalga geçiyordum. Eşek kadar insanların uğraştığı şeylere bak diyordum. Buyrun efendim, istediğiniz yerinizle gülebilirsiniz bana, hakettim ben. 

12 Nisan 2016 Salı

Dönüş




7 aylık bir aranın ardından yeniden merhaba. Başlaması en zor yazım bu olacak sanırım. Nerden başlasam, nasıl anlatsam... Sınava hazırlanma sürecini, her yazımda bahsettiğim karanlık, stresli dönemi sen de biliyorsun be blog. Buraya yazmadığım, yazamadığım, yazmak istemediğim, hatta hiçbir şey yapmak istemediğim 7 aylık süreçte neler yaptım. Tahmin ettiğiniz üzere sınavı kazanamadım, daha doğrusu kazandırılmadım. Detaylara fazlaca girmek istemiyorum. Bir sürü şaibenin olduğu, bir sürü kişinin hakkının yendiği "ülkem sınavlarından" biriydi işte. Haksızlığa uğrayan ilk kişi değilim, son da olmayacağım, biliyorum. Davamı açtım, umudum olmasa da bekliyorum işte. 

Uzunca bir dönem uykusuz, sonrasında sürekli uyuyarak geçirdiğim, hiçbir şeyden zevk almadığım, mutlu olamadığım bir dönemdi yazmadığım dönem. Hayatımda içtiğim alkol toplamını bu süreçte fazlasıyla aştım. Votka ve ekürileri olan vişne, portakal, mandalina favorimdi. Şu aralar  gecelerimi rüyalar aleminde geçirmemi sağlayan, beni olan bitenlere karşı sanki başkalarının hayatlarıymışçasına uzak tutan, oldukça umursamaz ve "amaaan banane ya" dememi sağlayan bir antidepresan kullanıyorum ve uzunca bir süre kullanmaya devam edeceğimi düşünüyorum. Benim gibi rüya görmeyen, görse de hatırlamayan biri için uyur uyumaz başlayan ve birbiri ardına devam eden, yüzlerce rüya görmüş ve hepsini de yaşamış gibi yorgun uyanmamı sağlayan ilginç bir ilaç kendisi. 

Kimseyle paylaşmak istemediğiniz, paylaşamayacağınız şeyler oldu mu hayatınızda? Gerçi neyimizi tam olarak paylaşabiliriz ki başka biriyle? Ne kadarını anlayabilir, ne kadarına ortak olabilir? Hayalkırıklıklarının, çaresizliklerin, umutsuzlukların, yılgınlıkların dışımıza yansıyan parçalarına tanık olmaktan öteye gitmiyor aslında paylaşılan.  Zaman zaman açtım blogumu, ama ilk cümleyi yazamadım bir türlü. Yazılarınızı okumadım, hatta kitap bile okumadım uzunca bir süre. Yeni yeni kitap okumaya başladım. 

Hiç tanımadan beni merak eden, yorum bırakan birilerinin olması ne güzelmiş. Ve Ayşegül... Mektupların ve çooook değerli hediyelerin için sana ne kadar teşekkür etsem az. İyi ki varsınız. Kısacık bir başlangıçla da olsa yeniden burada olmak güzel. 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...