22 Haziran 2013 Cumartesi

Timbuktu - Paul AUSTER



Timbuktu. Söylemesi hoşuma gitti bu kelimeyi. İlk defa duyduğum bir kelimeydi. Önce Timbuktu neymiş onu anlatayım size kitaptan bağımsız olarak. Timbuktu Afrika'da Mali sınırları içinde bulunan bir şehirmiş. 1988 yılında Unesco tarafından Dünya Mirası listesine alınmış.  Amerikalıların "dünyanın öbür ucu" deme şekilleriymiş aynı zamanda. Bizim Fizan gibi sanırsam. Geçen sene El Kaide ile bağlantılı İslamcı militanlar tarihi cami ve kütüphaneleriyle ünlü bu ünlü şehri ele geçirmiş ve "haram" olarak gördükleri her şeyi yakıp yıkmışlar. 

Timbuktu hakkında kısacık bir bilgi verdikten sonra geçelim kitaba. Kitapta Timbuktu, ölünce gidilecek yer olarak kullanılmış. Kitabın kahramanı Kemik Bey isimli bir köpek. Evsiz bir şair olan Willy ve Kemik Bey arasında güvene dayalı sıcacık bir dostluk var. Ama Willy ölünce Kemik Bey çaresiz bir şekilde sokaklarda  kalır. Önce küçük bir çocukla, ardında da bir aileyle dost olmayı başarır. Kemik beyin ağzından anlatılan hikaye sıcacık bir hikaye. Gözleri yaşartacak bir sonla bittiğini söyleyebilirim. 

Hayvan sevenlerin içini sızlatacak türden, hayvan sevmeyenler içinse onlara farklı bir gözle bakmalarını sağlayabilecek bir roman. Yaptığım kısa araştırmada Paul Auster hayranları için diğer kitaplarına oranla küçümsenen bir kitap olmuş Timbuktu. Onlar için bu kitap genel olarak bir hayalkırıklığı olarak görülüyor. Ama dediğim gibi, hayvanları seviyorsanız ve hayata onların gözünden bakabiliyorsanız beğeneceğiniz bir kitap. Sevmiyorsanız bile bu kitabı okuduktan sonra yolda başıboş bir köpekle karşılaştığınızda aklınıza mutlaka Kemik Bey gelecek.  

21 Haziran 2013 Cuma

Sokak Düğünü İşkencesi

gürültü

Yaz geldi, başladı düğünler... Gel de sinir olma. Bu sıcakta camı pencereyi kapat, sıcaktan bayıl ama yine de gürültüye engel olama. Sokakta düğün yapmak kimin fikriydi acaba ilk. Nasıl yayıldı bu iğrenç şey. Düğün salonu diye bir şey var. Evlenebilirsin, eğlenebilirsin, sünnet ettirebilirsin çocuğunu, asker uğurlaması yapabilirsin ama bunların yeri sokak değil ki kardeşim ya. Bu nasıl bir işkencedir böyle ya. İğğğğğğrenç bir müzik, müzik bile denemez, viviviviğviğghhh diye zırtlayan bir şey çalıyor şu an arka sokakta. Hem trafiği kapat, hem o mahaldeki herkese bütün gece işkence yap gürültünle, ne idüğü belirsiz müziğin ve iğğğğğğrenç sesli çalgıcınla. Her yaz aynı şeyi yaşamaktan bıktım valla. Düğün varsa bir yerlere kaçmaya çalışıyoruz mümkün olduğunca ve 12den önce eve gelmemeye. Mecbur muyuz buna. Bebeği olan var, hastası olan var. İkisi de yok ama yine de dayanamıyorum. Kesinlikle yasaklanmalı. Sokak sokaktır yaa, düğün salonu değil.  

20 Haziran 2013 Perşembe

Sevgili Eşime,


Zaman ne kadar da değişken bir kavram. Bazen, ağır çekim bir filmde sıkışıp kalmışsın gibidir her şey. Öylesine ağır, öylesine sıkıcı geçer. Aynı şu  an çalıştığın yerde geçirdiğin 1,5 sene gibi. Sanki onyıllardır orada çalışıyormuşsun gibi. Bazen de aklın almaz zamanın hızını. Yaşım kaç? 32.  Yazıyla otuz iki. Ne zaman geçti 32 sene. 32 yaş ne demek. Bana göre hala koccaman adamların, koca koca kadınların yaşı 32. Kendimle bir bağ oluşturamadığım bir rakam. Demek ki böyle oluyormuş. Ruh büyümüyormuş zaman geçse de.

4 yıl oldu evleneli. Antalya'da balayındaydık sanki geçen ay, Michael Jackson'un ölüm haberini izliyorduk televizyondan. Sonra 10 yıl gibi geçen bir askerlik dönemi girdi araya. O zaman anladık aslında birbirimizin yokluğunun tam anlamını.

 4 yıl... Bazı şeyler için çok kısa, bazı şeyler içinse çekilmeyecek kadar uzun bir zaman. İşte zamanın kaypaklığı. Bir evlilik için çok kısa bir zaman belki. Bir askerlik için çok uzun. Bir ömür için çok kısa, sevmediğimiz bir şeyi yapmak için çok uzun. Zamanın nasıl geçeceğini bile duygularımızla belirleyebilirsek, insanın elinde çok büyük bir güç vardır demektir. Ataol Behramoğlu ne güzel demiş:

 “Ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır. 
  Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana.” 

(Adı geçince söylemek istedim. Ne güzel bir isim değil mi Ataol. Hiç kimsede duymadığım, çok güzel bir isim.) Sadece bir hayatımız var, son derece özenle geçirilmesi gereken bir ömür. Kullanma süresinin ne zaman dolacağını bilmediğin bir yaşam. Her saniyesi değerli bir armağan. Bitti mi bitiyor işte, yok oluyorsun. Bir saniye sonra da bitebilir, bir ay sonra da, kırk yıl sonra da. Nasıl geçireceğimiz, ömrümüzü nelerle nasıl dolduracağımız bize bağlı. Okunacak bunca kitap varken, hepsini okuyamayacak olmak ne kadar acı geliyor bana. Keşfedilmemiş ne yazarlar, ne satırlar vardır, kimbilir. Hayatı güzelleştirmek de elimizde, zehir etmek de, hem birbirimize hem kendimize. İnsanlar ne kadar da umursamaz yaşıyor pek çok şeyi. Ne kadar acımasız davranıyor, içinde kendi olmadığı her şeye. Başkalarının hayatlarını yargılamak ne kadar da basit. Bıraksak da herkes mutlu olduğu şekilde yaşasa, mutlu olduğu şeyleri yapsa, kimse kimseyi ayıplamasa, kınamasa. Kurtulsak şu aptal tabulardan, kurallardan, hayatı zorlaştıran, birbirimize hayatı zindan ettiğimiz adetlerden.

İşte böyle bir evlilik yaşamak istiyorum seninle de sevgili eşim. Kimsenin kurallarına göre belirlenmemiş, sadece bizim istediğimiz şekilde. Ayıplarlar, kınarlar diye yapmak zorunda hissetmeden, kendimizi sıkmadan, doya doya.

Evlilik, bambaşka fikirleri olan insanların, bambaşka ortamlarda yetiştirdiği, farklı zevkleri, farklı düşünceleri ve hayatları olan iki farklı insanın, ortak bir hayat oluşturma çabası. Sen   benim hayat ortağımsın, yaşam armağınımı beraber geçirmeyi seçtiğim eşimsin. Nice 4 yıllara canım eşim. Seni çok seviyorum...


*Sonradan eklenen not : Bu mektubu dün yazmıştım. Hediye mi de almıştım. Sürprizlerimi de hazırlamıştım. Ama bugün kötü bir haberle hepsi iptal oldu. Kayınvalidem ameliyat oluyor. Eşim oraya gitti. Sağlık olsun. Sağlıklı ömrümüz olsun, daha çok yıldönümlerimiz olsun. Kutlarız, ne yapalım. Üzülmedim diyemem ama yapacak bir şey yok. Ufak bir ameliyat olsa da sağlık her şeyden önemli. 

**İkinci not : Eşim buraya yazdığımı biliyor ama okuduğunu sanmıyorum. Bu notu da ne zaman okursa o zaman hediyem olsun.


18 Haziran 2013 Salı

Fahrenheit 451 - Ray Bradbury

ray bradbury"Ben Fahrenheit 451'i yazmadım, o beni yazdı. Sayfalardan gözlerime giren, oradan tüm sinir sistemimi dolaşarak ellerimden dışarı fırlayan, bir enerji çevrimi vardı. Daktilo ve ben, parmak uçlarıyla birbirine bağlı siyam ikizleri gibiydik." diyor Ray Bradbury kitabın önsözünde. Sekiz yaşında kütüphanelere dadanmış ve 28 yaşında çıkmış yazarı yıllar sonra üniversitedeki bir konferans sırasında, bir kep, cüppe ve diploma vererek, kütüphanelerden "mezun" etmişler. 

Fahrenheit 451, uzun süre basılmayı beklemiş. "Hiç kimse, geçmişteki, şimdiki ve gelecek zamandaki sansürle ilgili bir roman için risk almak istemiyordu." diyor yazar önsözde. 

Okuduğum ikinci distopik kitap. İlki 1984'tü. Hangisi daha iyiydi? Ben 1984'ten daha çok etkilendim açıkçası. 

Kitabımızın kahramanı Guy Montag itfaiyecidir ve işini severek yapar. İtfaiyecilerin işi şimdi olduğu gibi yangın söndürmek değil, yakmak ve yok etmek. Kitapların yakıldığı, kitap okumanın, bulundurmanın yasak olduğu bir dönemde Guy Montag'ın işine dair ilk soru işareti önceden itfaiyecilerin işinin yangınları söndürmek olduğunu öğrendiğinde oluşur. Ve bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Komşusu olan 17 yaşındaki bir kızın sorgulamaları sayesinde hayatına dair her şeyden şüphe etmeye başlar ve sandığı kadar da mutlu olmadığını anlar. Duvarların televizyon ekranı şeklinde olduğu evlerinde, ilaçlarla ve yarı uyuşmuş beyinleriyle, mutlu olduklarına inandırılarak yaşar insanlar. Tam burada şu alıntıyı vermek güzel olacak: 

"Bir evi çivisiz ve ahşapsız inşaa edemezsin. Eğer bir evin yapılmasını istemiyorsan, ahşap ve çivileri sakla. Eğer politik bakımdan mutsuz bir adam istemiyorsan, kaygılandıracak bir soruda ona iki bakış açısı verme, birini ver. Daha da iyisi hiç verme. Onlara yarışmalar düzenle, en popüler şarkıların sözlerini, devletlerin başkentlerini veya Iowa'da geçen yıl ne kadar mısır yetiştirildiğini bilerek kazansınlar. Onları patlamalarına neden olmayacak bilgilerle doldur, öyle lanet olası olaylarla tıka basa yap ki, kendilerini bilgileriyle gerçekten "zeki" hissetsinler. Sonra düşündüklerini hissedecekler, hiç kımıldamadan hareket ettikleri hissine kapılacaklar ve mutlu olacaklar. Olayların bağlantılarını kurmaları için onlara felsefe veya sosyoloji gibi kaypak şeyler verme. O zaman melankolik olurlar."

(Nasıl bir öngörü değil mi bu. Şaşırtıcı bir şekilde günümüzü görüyor insan. Onbinlerce, yüzbinlerce insan isyan ediyor, devlet akıl almaz bir şiddet uyguluyor ve ortalık karışıyor. Tüm şehirlere yayılıyor bu isyan, ama bizim televizyonlarımızda güzellik yarışmaları, yemek programları yayınlanıyor. Medya, kitleleri etkilemek için gerçekten çok çok büyük bir güç. Ve maalesef bu gücün son yıllarda hangi amaçlarla, ne şekillerde kullanıldığı gün gibi ortada.)

Guy Montag, merakına yenik düşer ve sonunda yaktığı kitaplardan birkaçını saklar ve evine götürür. Sorgulamaya başladığında anlar ki, artık mutlu değildir, artık hiçbir şey eskisi gibi değildir. Ve şöyle der:

"Belki de onlar haklıydı, belki de gerçeklerle karşılaşmak yerine, gerçeklerden kaçıp eğlenmek daha iyi."

Montag'ın sonunu da artık yabancı gibi gördüğü eşi getirir. Eşi Mildred, Montag'ı ihbar eder ve Montag şehir dışına kaçar. Burada kendisi gibi kaçan birçok insanla karşılaşır. Hepsinin aklında tuttuğu başka kitaplar vardır. Hepsi ayrı bir kitap olmuştur orada. Orada Einstein, Charles Darwin, Jonathan Swift, Platon, Konfüçyüs, Matta, Markos, Yuhanna ve Luka'yla tanışır.

Umut her zaman var. Zifiri karanlık da olsa, aydınlığa çıkmak için bir umut her zaman olmalı, değil mi? 

17 Haziran 2013 Pazartesi

Öylesine bir yazı...


Ekmek yememeye, kola içmemeye, spor yapmaya karar vermiş bulunmaktayım. Dün gece aç bilaç uyudum :) Saat altıda akşam yemeğimi ekmeksiz yedim ve sonrasında hiçbir şey yemedim. Saat dokuzda çok feci acıktım ama  tuttum kendimi. Dolaba baktım durdum, mutfağa girdim çıktım ama yemedim bir şey. Su içtim ve aç bilaç uykuya daldım. 

Kilolu değilim aslında, 50-51 kiloda gelip gidiyorum ama sıkılaşmam lazım. Löp löp oram buram, hiç sıkı değil. 48 olsam ve biraz sıkılaşsam tamamdır. Akşamları 15-20 dakika kadar spor yapsam yeterli olur diye düşünüyorum.


Haftasonu Sahilevlerine gittik. Kocacım balık tutmaya çalıştı, ben de yürüyüş yaptım. Güzel yürüdüm ama, bacaklar  baya ağrıdığına göre işe yaradı. Pazar günü de temizlik faslı vardı. Havalar ısındıkça hiç çekilmiyor temizlik. Sanki soğukken çekiliyor da :) Temizlik iş bölümümüz şöyle ; eşim süpürgeyi yapar. Ben ortalığı toplar, yerleri paspaslar ve toz alırım.  Pisiciğim de temizlik bitene kadar yatağın içine girer saklanır, sonra çıkıp göbişini sağa sola devirir. Eşim her temizlik yaptığında Üzüm'e acayip sinir olur ve söylenir. Söylediği şey de hep şudur; "hep bu kedi yüzünden, o olmasa ayda bir temizlik yaparız, evimiz tertemiz kalır, traş ettirelim şunu bla bla bla..." O da garibim, hışmından korunmak için temizlik boyunca etrafta görünmez, bir yere saklanır.

20 Haziran evlilik yıldönümümüz. Ne yapsam, ne alsam bilemedim bu sene. 4. yılımızı dolduruyoruz. Zaman gerçekten çok çabuk geçiyor be. Evlilik yıldönümlerinde değil de, doğumgünlerimde çok sıkılıyorum artık. Hiç sevmiyorum doğumgünlerimi. Yaşlanıyor olmak değil de derdim, üstümdeki çocuk baskısının arttığını düşündükçe fena oluyorum. Çocuk mevzu derin bir konu. Daha sonra detaylıca yazayım onu da. Bu seferlik biraz ordan biraz burdan, ortaya karışık bir yazı oldu. Olsun varsın. Burası benim mekanım :) Nasıl istersem öyle olsun...

13 Haziran 2013 Perşembe


Böyle bir evin içinde;



Böyle bir odam olsa;


Üzüm kızım ve,


Tabi ki canım eşimle birlikte;



insan kalabalığından uzak, bir yerlere yetişme ve bir şeyler yetiştirme stresinden uzak yaşasak
ne kadar da güzel olurdu...


12 Haziran 2013 Çarşamba

Kimya Hatun - Saide KUDS

Mevlana ve Şems üzerine iki kitap okumuştum bugüne kadar. Biri Ahmet Ümit'in "Bab'ı Esrar"ıydı, birisi de Elif Şafak'ın "Aşk"ı. Kıyaslamaya girmek ne kadar sağlıklı olur bilmiyorum çünkü Aşk ve Bab'ı Esrar'ı okuyalı uzun zaman oldu ancak Saide Kuds kesinlikle aykırı bir Mevlana ve Şems oluşturmuş kitabında. Mevlana'ya merak duyan biri, ilk olarak bu kitabı okursa büyük bir hayalkırıklığı yaşayacağı kesin. 

Saide Kuds, İranlı bir yazar ve "Kimya Hatun" ilk kitabı. Bence ilk kitap için son derece başarılı da bir çıkış yapmış ve 2006'da İran'ın en prestijli ödüllerinden Parvin Etesami Edebiyat Ödülü'nü almış. Feminist bir bakış açısıyla yazılmış bu kitabın İran'da ödül almış olması da şaşırtıcı geldi bana.

Kimya Hatun, Mevlana'yla ikinci evliliğini yapan Kerra Hatun'un kızıdır. Yani Mevlana'nın üvey kızı. Kitapta Kimya Hatun'un çocukluğundan ergenliğine, Mevlana'nın haremine gelişinden, orada yaşadıklarına, Mevlana'nın oğlu Alaaddin'le yaşadıkları duygusal iniş çıkışlardan, Şems'le evliliğine kadar kısacık ömrü anlatılıyor.  

Kitabı okuduktan sonra Bab'ı Esrar'ın bazı bölümlerini tekrar gözden geçirdim. Ahmet Ümit'i çok severim ve birkaçı hariç tüm kitaplarını okudum. Bab'ı Esrar'ın bitiminde bir kaynakça sıralamış Ahmet Ümit. Mevlana'yla ilgili bilgi edinilebilecek değerli kaynakları vermiş. Şems'in ve Kimya Hatun'un ölümüne ilişkin birkaç farklı görüş var. Birisi Şems'in, Alaattin tarafından öldürülüp kuyuya atıldığı, birisi de Şems'in Konya'yı terk edip gittiği. Bazı kaynaklarda Kimya Hatun ve Alaaddin birbirlerine aşık ve bu aşk Kimya Hatun'un Şems tarafından acı bir şekilde öldürülmesine neden oluyor. Saide Kuds'un kitabında da Alaaddin ve Kimya arasında bir duygu var ancak Şems onu kendi kıskançlığına ve hırsına yenik düşerek öldürüyor ve Kimya Hatun'un hiçbir günahı yok. Bab'ı Esrar'da da Kimya Hatun Şems tarafından öldürülüyor ancak Alaaddin'le beraber olurken görüyor Şems onları. 

Kitapta bir kaynakça yok. Saide Kuds öne sürdüğü olayların kaynağını göstermiyor. Tarihi karakterler çevresinde oluşturulan bir kurgu desek, bu karakterler Mevlana ve Şems olduğunda işin rengi değişiyor. Çünkü kitapta bildiğimiz Mevlana ve Şems yok. Eşiyle, çocuklarıyla tamamen ilgisiz bir Mevlana var. Gaddar ve umursamaz bir Şems var. 

Kitapla ilgili pek çok yorum okudum internette. Çoğu da olumsuzdu. Bu gibi konularda yazmak risklidir aslında. İnsanların kalplerinde böylesine yüksek yerlere koyduğu insanlar hakkında bu şekilde yerleşik düşüncenin aksine şeyler yazmak daha da risklidir. Ama ben çok da olumsuz düşünmüyorum kitap hakkında. İlgiyle ve sıkılmadan okudum. Hatta kitabın sonunda neredeyse ağlayacaktım. Yani ben şöyle düşünüyorum; farklı bakış açıları kazanmak kötü bir şey değil. Bu kitap da Mevlana ve Şems'e bambaşka bir bakış açısından bakmanızı sağlıyor. O döneme ilişkin kitaplarda her zaman geri planda kalan kadınların gözünden bakmanızı sağlıyor. 

10 Haziran 2013 Pazartesi

Kordon "Çapulcu Çadır Kampı" ve Buca - Kaynaklar Yürüyüş Parkuru

Cumartesi, tüm gün uyuduk. Abartmıyorum, sabah 11'de kalktık. Kahvaltı yaptık 1 saat. Sonra tekrar yattık. Saat 5'e kadar. Kalktık sersem gibi. Tekrar yemek yedik :) Gece de Gündoğdu meydanına çıktık. Çapulculara katılmaya :) Acayip şaşırdık, çünkü bir haftada inanılmaz değişiklik olmuş Kordon'da. Gündoğdu Meydanından sonrası bütün Kordon çadır dolmuş. Resmen bir Çadır Kent olmuş. İsmi de "Çapulcu Çadır Kampı". Üniversitelerin bahar şenlikleri gibi bir hava vardı. Tam bir karnaval havası. Tabi bu bizim bakış açımızdan böyle görünüyor sanırım. Kimilerine göre de, ahlaksız gençlerin kızlı erkekli çadırlarda kaldıkları, kafa kıyak dolaştıkları bir fuhuş yuvası. Bakıştan bakışa değişen bir durum tabi. Evet, şurası bir gerçek boş bira şişelerini toplasan ufak bir tepe oluşabilir, durum öyleydi. Ancak ben bunun da bir etki-tepki meselesi olduğunu düşünüyorum. İçip sapıtmış, sağa sola saldıran ya da onu bunu taciz eden hiç kimseyi görmedim. Aksine hepsi de okumuş, aklı başında gençlerdi. Bir tek polis görmedim ve hiç taşkınlık yapan da... 

Bu kadar zor mudur iktidar sahibi olunca karşıt görüşleri dinlemek, saygı duymak, anlamaya çalışmak... Onlar ve biz demek yerine, bu kadar insan neden ayaklandı, nasıl oldu da bu hale geldi bu olay diye düşünmek gerekmez miydi? Bir başbakana mahalle kavgasındaymışcasına kükremek mi yakışır, uzlaşmaya çalışmak mı? Son olaylara başbakanın verdiği tepkileri gördükçe, duydukça daha da endişeleniyorum. 

Pazar günü kahvaltı için Kaynaklar'a gittik. Sıkı bir kahvaltı yaptık ve gelmişken yürüyelim dedik. Tamam planlanmış bir yürüyüş değildi ama insan o parkura girmeden önce bir şişe su almayı da mı akıl etmez? 5 kişiden birinin bile aklına gelmez mi? Gelmedi :) Biraz yürüdükten sonra susayınca aklımıza geldi ama çok geçti tabii. Parkurun sonunda bir kaynak olduğunu duymuştuk ama ne kadar mesafede, nasıl bir yer hiçbir fikrimiz yoktu. Öyle bir belirsizlikte, sıcağın altında, susuz bi şekilde yürüdük, yürüdük, yürüdük. Birkaç kişi gördük karşıdan gelen, onlar da pes etmiş dönüyorlardı. Biz bulamadık dönüyoruz dediler. Ablam pes etti. Dönelim dedi. Oylamaya sunduk. 4 e karşı 1 kaybetti :) Ve yürüyüşe devam... Mutlu son yaklaşık yarım saat sonra geldi. Suyu bulduk. O nasıl güzel bir su, buz gibi. Fil gibi içtik desem yalan olmaz. Ormana doğru ilerleyince de müthiş bir doğayla karşılaştık. Yemyeşil ağaçlar, buz gibi akan su, mis gibi bir hava. Yarım saat kadar dinlendik. Sonra inişe geçtik. 2 saat kadar bir sürede çıktık, 40 dakikada indik. Yürümek isteyenlere önerim mutlaka bir şapka alın, güneş kremi sürün, SU ALIN :) 

Bezgin yürüyüşçülerden ablam, eniştem ve canım eşim ;


Bize eşlik eden manzara; 


Ve sonuç;




6 Haziran 2013 Perşembe

Üzüm Kızım...



 

İşte benim Üzüm kızım. 4,5 yaşında, ipek tüylü, 5 kiloluk bir tüy yumağı. Minicikti hayatımıza girdiğinde. Cin gibiydi. Düz  duvara tırmanırdı cidden. Bir dakika bile durmaz, kendini sevdirmez, gece uyutmazdı. Yanımıza aldığımızda saldırır, kapıyı kapatsak ortalığı inletirdi. Ne yapacağımızı şaşırmış, pişman bile olmuştuk. 


Ama şimdiii, kokusunu içime çeke çeke öptüğüm güzel kızım. Uyurken sırtıma çıkıp kıvrılır, mırıltısı sırtımda bana huzur veren bir titreşim yaratır. İşte huzur bu dedirtir. Ona her dokunduğumda, ne olur ona bir şey olmasın diyorum içimden. Yanımda yatıyor şu an, pembe patilerinden bile yumuşacık tüyler fışkırıyor. Öyle çok seviyorum ki, sevgim içimi sızlatıyor. Ne olur bir şey olmasın sana kuzum benim. 



3 Haziran 2013 Pazartesi

Hz.Süleyman'ın Yüzüğü - Konrad Lorenz

konrad lorenz

Servisle işe gidip gelirken kitap okurum. Yani günde yaklaşık 75 dakika  kitap okuyorum. Bu kitabı 3 günde bitirdim ama yazamadım günlerdir. Gezi parkı olayları ve son olaylar sinir sistemi bozduğundan kafamı toparlayıp da yazamadım. Bu konuda  yazacak çok şey aslında. Şimdilik kitaba yönelmek istiyorum. 

Konrad Lorenz, tanıdığım bildiğim bir yazar değildi. "Ve İnsan Köpekle Tanıştı" isimli kitabını gördüm ilk, almak istedim ancak stokta kalmadığından bu kitabını aldım. Önce kitabın adından başlayalım. Hz.Süleyman'ın hayvanlarla konuşma yeteneği olduğu söylenir. Bu yeteneğe yüzüğü sayesinde sahiptir. Bir bülbül ona karısının bir delikanlıya aşık olduğunu ihbar ettiğinde Hz.Süleyman öfkeden deliye döner ve yüzüğü fırlatıp atar. Konrad Lorenz, bu konuda Hz.Süleyman'dan daha üstün olduğunu savunuyor, çünkü hayvanlarla konuşmak için bir yüzüğe ihtiyacı yok. Şöyle der, "herhangi bir sihre gerek kalmadan da, bu canlı varlıklar insana en güzel hikayeleri anlatıp dururlar. Ve doğadaki gerçek, biricik gerçek büyücüler olan bizim şairlerimiz ve edebiyatçılarımızın düşünüp tasarlayabilecekleri her şeyden çok daha güzeldir onların anlattıkları." Bu güzelliği görmek ve duymak için müthiş bir sabır ve en önemlisi insan merkezci kibrimizi bir yana bırakmak gerekiyor.  Yani bu dünyada her şeyin, her varlığın bizim için yaratıldığı düşüncesinden. 


Yazar evinde, bahçesinde, sıçanlardan, yabankazlarına, kuzgun, papağan ve lemurdan, maymuna, balığa, kargaya kadar her türlü hayvanı besler. Misafir eder, ağırlar da diyebiliriz aslında. Onlarla müthiş iletişim yöntemleri var.  Hayvanları doğal ortamlarında, iletişim halinde sabırla izleyerek, çıkardıkları sesleri anlamlandırıyor ve onlarla iletişime geçmeyi başarıyor. Hatta beslediği bir karga dışarı çıktığında bile yazarı havadan takip ediyor ve yine beslediği bir ördek yavrusu onu annesi sanıyor ve her yere peşinden gidiyor. 

Çeşitli hayvan davranışlarını anlatan, bir bilimadamı titizliğiyle hayvanları inceleyen kitap, 12 bölümden oluşuyor ve  küçük resimlerle desteklenmiş.Çok çok beğendiğimi söyleyemem. Okumayın da demem :)



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...