"Ben Fahrenheit 451'i yazmadım, o beni yazdı. Sayfalardan gözlerime giren, oradan tüm sinir sistemimi dolaşarak ellerimden dışarı fırlayan, bir enerji çevrimi vardı. Daktilo ve ben, parmak uçlarıyla birbirine bağlı siyam ikizleri gibiydik." diyor Ray Bradbury kitabın önsözünde. Sekiz yaşında kütüphanelere dadanmış ve 28 yaşında çıkmış yazarı yıllar sonra üniversitedeki bir konferans sırasında, bir kep, cüppe ve diploma vererek, kütüphanelerden "mezun" etmişler.
Fahrenheit 451, uzun süre basılmayı beklemiş. "Hiç kimse, geçmişteki, şimdiki ve gelecek zamandaki sansürle ilgili bir roman için risk almak istemiyordu." diyor yazar önsözde.
Okuduğum ikinci distopik kitap. İlki 1984'tü. Hangisi daha iyiydi? Ben 1984'ten daha çok etkilendim açıkçası.
Kitabımızın kahramanı Guy Montag itfaiyecidir ve işini severek yapar. İtfaiyecilerin işi şimdi olduğu gibi yangın söndürmek değil, yakmak ve yok etmek. Kitapların yakıldığı, kitap okumanın, bulundurmanın yasak olduğu bir dönemde Guy Montag'ın işine dair ilk soru işareti önceden itfaiyecilerin işinin yangınları söndürmek olduğunu öğrendiğinde oluşur. Ve bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Komşusu olan 17 yaşındaki bir kızın sorgulamaları sayesinde hayatına dair her şeyden şüphe etmeye başlar ve sandığı kadar da mutlu olmadığını anlar. Duvarların televizyon ekranı şeklinde olduğu evlerinde, ilaçlarla ve yarı uyuşmuş beyinleriyle, mutlu olduklarına inandırılarak yaşar insanlar. Tam burada şu alıntıyı vermek güzel olacak:
"Bir evi çivisiz ve ahşapsız inşaa edemezsin. Eğer bir evin yapılmasını istemiyorsan, ahşap ve çivileri sakla. Eğer politik bakımdan mutsuz bir adam istemiyorsan, kaygılandıracak bir soruda ona iki bakış açısı verme, birini ver. Daha da iyisi hiç verme. Onlara yarışmalar düzenle, en popüler şarkıların sözlerini, devletlerin başkentlerini veya Iowa'da geçen yıl ne kadar mısır yetiştirildiğini bilerek kazansınlar. Onları patlamalarına neden olmayacak bilgilerle doldur, öyle lanet olası olaylarla tıka basa yap ki, kendilerini bilgileriyle gerçekten "zeki" hissetsinler. Sonra düşündüklerini hissedecekler, hiç kımıldamadan hareket ettikleri hissine kapılacaklar ve mutlu olacaklar. Olayların bağlantılarını kurmaları için onlara felsefe veya sosyoloji gibi kaypak şeyler verme. O zaman melankolik olurlar."
(Nasıl bir öngörü değil mi bu. Şaşırtıcı bir şekilde günümüzü görüyor insan. Onbinlerce, yüzbinlerce insan isyan ediyor, devlet akıl almaz bir şiddet uyguluyor ve ortalık karışıyor. Tüm şehirlere yayılıyor bu isyan, ama bizim televizyonlarımızda güzellik yarışmaları, yemek programları yayınlanıyor. Medya, kitleleri etkilemek için gerçekten çok çok büyük bir güç. Ve maalesef bu gücün son yıllarda hangi amaçlarla, ne şekillerde kullanıldığı gün gibi ortada.)
Guy Montag, merakına yenik düşer ve sonunda yaktığı kitaplardan birkaçını saklar ve evine götürür. Sorgulamaya başladığında anlar ki, artık mutlu değildir, artık hiçbir şey eskisi gibi değildir. Ve şöyle der:
"Belki de onlar haklıydı, belki de gerçeklerle karşılaşmak yerine, gerçeklerden kaçıp eğlenmek daha iyi."
Montag'ın sonunu da artık yabancı gibi gördüğü eşi getirir. Eşi Mildred, Montag'ı ihbar eder ve Montag şehir dışına kaçar. Burada kendisi gibi kaçan birçok insanla karşılaşır. Hepsinin aklında tuttuğu başka kitaplar vardır. Hepsi ayrı bir kitap olmuştur orada. Orada Einstein, Charles Darwin, Jonathan Swift, Platon, Konfüçyüs, Matta, Markos, Yuhanna ve Luka'yla tanışır.
Umut her zaman var. Zifiri karanlık da olsa, aydınlığa çıkmak için bir umut her zaman olmalı, değil mi?