27 Haziran 2020 Cumartesi

Annem

Annem öldü. Bugün tam 1 ay oldu. Yoğun bakımda 2 ayını doldurduğu gün kaybettik. Sürekli bir sorgulama halindeyim. Neden böyle oldu, başka bir şey yapılabilir miydi, başka türlü olsaydı sonuç değişir miydi, nereden bulaştı, etrafındaki hiç kimse neden etkilenmedi, gerçekten bu virüs mi onu bu hale getirdi, ihmal var mıydı. Biliyorum bunları sorgulamak hiçbir işe yaramayacak ama elimde değil. Hayatım eski ritmine dönemeyecek şekilde değişti. Aklımın arka planında sürekli çakılı kalan annemin gasılhanedeki hali. Nerede olursam olayım, ne yaparsam yapayım silinmeyen bir fotoğraf. 

Hareketli, durmak bilmeyen, çalışkan bir kadındı annem. Muhtaç olmadan, fazla yaşlanmadan ölmek istiyorum derdi hep. 95 yaşındaki dedeme bakıyordu yıllardır. Muhtaç olmadı, fazla yaşamadı. 

Tek mutlu olduğu yer, bomboş bir arsayken aldığı, yemyeşil yapıp ortasına prefabrik bir ev yaptırdığı bahçesiydi.  Günlüklerini bulduk okuduk. Benim cennetim burası yazmış. Bahçeye her gittiğimizde yakınındaki mezarlıktan geçerken beni buraya gömün derdi. Orada yatıyor şimdi.

Sabahları uyandığımda gerçek mi bu yaşadıklarım yoksa rüya mıydı karmaşası. Hastaneye yattığı tarihten itibaren süren bir kabus. Her gün hastaneden haber beklemek, günden güne değişen, bir iyileşen bir kötüleşen sağlık durumuyla alt üst olan psikolojimiz. Ve son günleri... Gün içinde kötü haber vermek için tekrar arayabilirim, hazırlıklı olun diyen doktorlar. Her çalan telefondan korkmak, her telefonla kalp ritminin değişmesi... Öldüğü gün, hastaneye gidişimiz, defnetmemiz, ben değil de başkası yaşamış gibi. 

2 ay... Çoğu zaman uyutuldu biliyorum ama kendine geldiği anlarda ne düşündü, acı çekti mi, yalnızdı hep, göremedik, elinden tutup geçecek diyemedik, destek olamadık. Ses kaydı doldurduk ablamlarla, hemşirelere verdik, son zamanlarında dinlettiler bizi. Duydu mu dediklerimizi, algıladı mı, bilmiyoruz.  

Ben nasılım? İçimden bir şeyleri koparıp almışlar gibiyim. Çoğu zaman istesem de ağlayamıyorum, bazen de tutamıyorum kendimi sel gibi boşalıyor içim. 

Şeker portakalından bir alıntı göndermişti ablam.

-Acılarım kaç gün sürecek Portuga?
-En fazla 40 gün.
-40 gün sonra geçecek mi?
-Hayır alışacaksın.


9 Nisan 2020 Perşembe

...

Açıyorum, yazmak istiyorum sürekli ama olmuyor. Sevgili C. yazdıklarını o kadar çok okudum ki bu süreçte, tekrar tekrar. Çok zor bir süreçten geçiyorum ve ne hissettiğimi bile bilemiyorum. 21 Marttan beri annem hastanede. Evet, Corona virüsten dolayı. Annemle dedem beraber yaşıyorlar. Dedem 95, annem 69 yaşında. 21 Mart akşamı annem fenalaşmış ve hastaneyi arayıp ambulans istemiş. Nefes almakta zorlanmış. Aslında bir süredir devam eden şikayetleri varmış ama geçer diye beklemiş. 

1 hafta aynı odada dedemle karantina altında tutuldular. O süreçte odalarına bile girilmedi, kapıya ilaç bırakıldı, çöpleri annem kapının önüne koydu ve en vahimi hasta haliyle annem dedemin altını aldı, ona bakmak zorunda bırakıldı. Bu arada yapılan ilk test 3.günün sonunda negatif olarak geldi. İkinci testte dedem pozitif çıkınca dedemi başka bir hastaneye sevk ettiler. Annem de aynı günün gecesinde nefes almakta iyice zorlanınca onu da sevk ettiler. 

Şu an yoğun bakımda ve solunum cihazına bağlı. Yoğun bakımdaki 12. günü. Ciğerleri çok kötü durumdaymış ve durumunun kritik olduğunu söylüyorlar. Kısa sürede iyileşme beklenmediğini de. 

Bizi şaşırtan kısım ise dedemin geçtiğimiz hafta taburcu edilmesi oldu. 95 yaşında kalp pili olan dedem taburcu olup çıktı ama kronik rahatsızlığı bile olmayan annem yoğun bakımda. Umut etmekten başka hiçbir şey yapamıyoruz. Her gün olumlu bir haber duymayı bekliyoruz. Her telefon kalp çarpıntısı. Çok zor. 

Ve bugün annemin doğumgünü :(




13 Mart 2020 Cuma

Ergenlik üzerine...

Cumartesi eşimin akrabası ve ailesini görmeye gitmiştik. Akrabaları 15 yaşındaki kızlarıyla sorun yaşıyorlar. Ergenlik gerçekten katlanılması zor ve oldukça yıpratıcı bir dönem aileler için. Ablam ve yeğenimle de bu süreci yakından gördüm ve ne kadar zor olduğunu biliyorum. Yüksek lisansım sırasında birkaç ay kadar bir lisede staj yapmışlığım da var. Zaten o süreç öğretmenliğe geçme konusundaki tüm tereddütlerimi giderdi. Yapamayacağımı anladım. Hiçbir şekilde dinlemeyen, anlamaya çalışmayan, sadece kendine odaklı yaşayan, ilgi ve beğeni odaklı, sorumluluk alamayan, almak da istemeyen, hiçbir zorluğa katlanmadan rahat bir yaşam talep eden, donanımsız ve bomboş gençler çoğunlukta maalesef. Ve aileler gerçekten nasıl davranacaklarını bilemiyor. Ablam kaç psikiyatriste gitti, kaç kez destek aldı hatırlamıyorum. Sert çıksan hiç olmaz, konuşsan değişen bir şey olmaması insanı çıldırtıyor. Ağzının üstüne elinin tersiyle çakası geliyor insanın ama yapamıyorsun işte. Yok psikolojisi bozulur, aman evden kaçar, gider. Alttan ala ala tepene çıkartıyorsun, sonra gelip o senin ağzına ediyor.

Çok klasik bir söylem olacak belki ama bizim zamanımızda bu denli vahim değildi durum. Kuşaklar arası değişim elbette ki olacak, kaçınılmaz bir şey ve gerekli de zaten. Teknolojinin hızla gelişmesi son yüzyılda dünyayı her şeyiyle değiştirdi, 4,5 milyar yaşındaki dünyamız son yüzyılda inanılmaz değişimlere sahne oldu. Kaldı ki, böyle hızlı bir gelişmenin sosyolojik, psikolojik etkilerinin olmaması mümkün değil. Ben 81 doğumluyum ve bizim kuşağımızın çok şanslı olduğunu düşünüyorum. Hızlı gelişme öncesi dönemi de biliyoruz, sonrasını da. Merdaneli yürüyen çamaşır makinelerini de biliyoruz, atariyi de, jetonlu telefon kulübelerinde sıra da bekledik (sonra kartlı oldu bunlar - ki kartın hilesini yapıp sınırsız konuşmuşluğum vardır üniversite yıllarımda-), cep telefonları çıkınca çaldır kapat devrini de yaşadık, mektup da yazdık, gece yarılarına kadar sokaklarda özgürce korkusuzca oyunlar da oynadık.

Kendimin ve yaşıtlarımın ergenliğini düşünüyorum. Ben çevremdeki çoğunluğa göre farklıyım bunu biliyorum. O yaşlarda da öyleydi durumum. Mutsuz bir ergendim çoğu zaman. Dünyanın durumuna, toplumsal olaylara, insanların tavırlarına, hayvanlara ve hemen her şeye kafayı takar, değiştiremeyeceğim şeyler için kendimi yıpratır dururdum. Sürekli okuyordum, hayatımın en fazla kitap okuduğum dönemi lise yıllarımdır. Okulun yanında kütüphane vardı, sömürmüştüm resmen. Derslerde arka taraflara çekilir, kitap okurdum sürekli. Dünyaya bakışımın, din hakkında görüşlerimin oturduğu dönemdi. Kutsal kitapları ve din üzerine pek çok araştırma okumuştum. Asiydim evet, kuralları zorlamayı da seviyordum ama aileme karşı sorumsuz ve bencilce davrandığımı ya da saygısızlık yapıp onları üzdüğümü hatırlamıyorum.  Lisede Özlem Tekin modasına uyup görüp kafamın yarısını kazıtmışlığım var, tabi sonra okulda epey sıkıntı yaşamıştım müdüriyetle.

Arkadaşlarımızla otostopla gezerdik Çeşme, Gümüldür, Kuşadası... Şimdi yol kenarında görünce otostop çekenleri bir gülümse yerleşiyor yüzüme. Güzel günlerdi. 

Bu hızlı değişim ve teknolojik gelişme bence insanlığın zihinsel gelişiminin geride kalmasına neden oldu. O kadar hızlı ilerledi ki her şey, düşünsel ve duygusal açıdan gerisinde kaldı insanlık bu gelişmenin.  

Anne olsaydım nasıl bir anne olurdum bilemiyorum ama birine öğüt vermek, değiştirmeye çalışmak bana göre değil. Hele ki karşımda umursamaz bakışlarla "uf ne anlatıyo bu ya" bakışıyla bakan bir ergen varsa. Herkes ne hali varsa onu görmeli, yaşamalı bence. Zaten başka türlüsü olmuyor. Senin demenle karşındakinin bakışı, davranışı değişmiyor. İlla ki herkes deneyimleyerek, yaşayarak öğrenecek. Çünkü o yaşlarda zaten her şeyin en doğrusunu en mükemmelini onlar biliyor, senin söylediklerini algılamayı geçtim sesin kulak zarından içeri girip algı kapılarına bile dayanamadan uzay boşluğunda kaybolup gidiyor. Ha şunu da demiyorum saldım çayıra mevlam kayıra yapalım. Ama ergenliğe gelinene kadar bireyin karakterinde bir şeyleri oturtamadıysanız zaten çok geç kalınmış oluyor değiştirebilmek için. Ve o yaşta yapacağınız ya da inatla yapmaya çalıştığınız her şey ters tepiyor.  

Bu vesileyle ergen yaşta evladı olan tüm ebeveynlere bol bol sabır diliyorum efenim. Görüşmek üzere.

27 Şubat 2020 Perşembe

Yaşlılık, hastalık ve Üzüm hakkında...

Eşimle evlenmeden 4 ay önce karşılaştı yollarımız Üzüm'le. İlk görüşte aşk :D Şu an tam 11 yaşında kızım. 

Tekrarlayan kaşıntı problemleri, çene aknesi gibi problemlerimiz sürekli vardı ama ciddi bir hastalığı olmadı hiç. 2 ay önce aniden yere yığıldı, dilini dışarı çıkarıp acı acı miyavlamaya nefes alamamaya başladı. Kalp krizi olduğunu düşündüm. Ne yapacağını da bilemiyorsun, çaresizce izlemekten ve geçmesini istemekten başka. Sabaha kadar zor nefes aldı, kusmaya çalışır gibi öksürdü defalarca. Sabah hemen veterinere gittik. Ciğerlerini dinledi ve ciğerlerinin sesinden kalp atışını duyamadığını söyledi veteriner. O kadar kötü durumdaymış ciğerler. Röntgen çekildi, evet durum vahimdi. Kalması gerekli dedi. 

11 yıl hiç ayrılmadı bizden, evinden. Çok zor geldi. Eve dönüp kapıyı açtığımızda Üzüm karşılamayınca bizi boşaldı içim. Ev onsuz bomboştu. Ertesi gün veterineri aradı, daha da kötüleştiğini, durumunun kritik olduğunu söyledi. Hemen koştum yanına. Gördüğümde berbat durumdaydı, ölüyordu. Öyle acıydı ki, o akşamı çıkarmayacağını düşündüm, veterineri de zaten umutsuz konuştu. 24 saat açık başka bir kliniğe yönlendirildik. Bir hafta yoğun bakımda kaldı. Biz de başında bekledik eşimle sürekli. Bizi görmesinin, yanında olmamızın stresini azalttığını gördüm. Zaten o yokken evde olmak çok zorluyordu beni. Onsuz uyumak hele. Alışmışım üstümde koca götünün ağırlığıyla uyumaya, rahatsız olmasın diye kıpırdamamaktan oramın buramın uyuşmasına. Gün gün daha iyi oldu soluk alıp verişi. Küvez gibi bir ünitenin içinde kaldı 1 hafta boyunca. 8. günün sonunda tekrar röntgeni çekildi ve taburcu olduk. 

Son röntgende arka patilerinin de çekilmesini istedim çünkü son zamanlarda arka patilerde güç kaybı, yürürken bir tuhaflık görüyordum. Özellikle uykudan kalktığında sarhoş gibi oluyordu. Ve ordan da kötü haberle karşılaştık. Kalça displazisi olduğunu söyledi veteriner. Ameliyat şu an için öneremem çünkü ciddi bir sağlık sorunu atlattı dedi. Ağrıları olabilir, hareket etmek istemeyebilir bu süreçte dedi. Takviye edici ürünler kullanabilirsiniz ama tedavi etmeyecek bunlar dedi. Şu an Glycoflex markasının eklem destekleyici çiğneme tabletini kullanıyoruz. Ayrıca Solgar'ın balık yağını veriyorum her gün. Çiğneme tabletini yedirmek konusunda endişeliydim ama çok severek yiyor. 1 ay boyunca günde 2 tablet kullandık, şu anda günde 1 tabletle devam ediyoruz. Balık yağını da çok az yaş mamanın üzerine sıkıyorum kapsülü delip. Gözle görülür bir etkisi olmadı ikisinin de bence. Yürüyüşü hala aynı, güçsüzlük var. Ve zaman zaman ağrıları yüzünden aşırı hırçınlaşıyor. Saldırıyor durduk yerde bize. Hareketsiz, sürekli uyuyor. Balık yağı tüy dökülmesini inanılmaz azalttı yalnız. Kesinlikle öneriyorum. 

Ciğerleri için evde parfüm, parfümlü temizlik ürünleri, sigara, sprey gibi maddeler kesinlikle kullanılmayacak, ev sürekli havalandırılacak. Zaten ciğerleri kötü dendiğinde kendimi o kadar kötü hissettim ki. Mutfakta ve tuvalette sigara içiyorduk biz. O kadar vicdan azabı çektim ki anlatamam. Minicik ciğerlerine biz zarar vermiştik. O an sigarayı bıraktım ve hala içmiyorum. Eşim de evde içmiyor artık. 

Normal tuvalete de geri döndük artık. Klozete çıkmak onu zorlamasın diye kuma geri dönme kararı aldık. Üzüm de çok mutlu oldu kumuna kavuştuğuna. Eşeleyip duruyor yavrum.

Yaşlılık kötü bir şey ya. Sevdiklerinin yaşlılığını görmek de, yaşlanmak da. Üzüm artık yaşlı bir kız. Hayatıma girdiği ilk andan bu zamana kadar her anına şükrettim. Hep mutlu etti varlığıyla beni. İyi olması, huzurlu ve sağlıklı olması için yapamayacağım şey yok. Ama belli bir yaştan sonra da eskisi gibi olması mümkün olmuyor işte. Üzücü bir durum bu. Bir şey yapamamak, artık günden güne kötü olacağını bilmek. Ama yaşam böyle işte. Doğum ölüm arasındaki kısacık süreyi nasıl geçirdiğimiz önemli olan. 

26 Şubat 2020 Çarşamba

Yeniden Merhaba...

Görsel şuradan
Caaağnım blog yeniden merhaba. Yine uzun bir aradan sonra niyetlendim dönmeye. Bırakmamda bir sürü sebep vardı aslında ama en büyük sebep sanırım laptopun bozulmasıydı. Ee yeni bir laptop almışken neden yazmayayım. Sosyal ağlarda fazla vakit harcayan biri değilim, kendi adıma ait bir hesabım bile yoktur yani. Üzümün adına açılan instagram hesabım ve gündemi takip etmek adına alınmış bir twitter hesabım var. Kendi adıma açtığım facebook hesabını kapatalı uzun zaman oldu. Burası tüm diğer kısa soluklu şipşak sosyal alemin yanında çok daha kalıcı, uzun soluklu bir yer. O yüzden seviyorum ve dönüp dolaşıp geri geliyorum sanırım. Yazmadaki istikrarımı koruyamasam da blog kalitesini diğer ağlara değişmem. 

Dün akşam biraz bakındım hala yazanlar var mı diye. Neredeyse 2 yıl olmuş girmeyeli. Küçük Joe ve Ceren'i gördüm, eskiye yönelik tüm yazılarını okumak istiyorum bir an önce. Sonra yine okuduklarımdan, izlediklerimden, küçük hayatımın minik mutluluklarından ve gıcık olduklarımdan bahsetmeye uğrarım. 

20 Ağustos 2018 Pazartesi

Kalabalık sonrası yalnızlık huzuru...

Evdeyim. Üzüm'le başbaşa. Eşim bayram için ailesinin yanında gitti. Daha doğrusu onlar 10 gün önce gelmişlerdi, dün beraber döndüler memleketlerine. Herkes ailesiyle vakit geçirecek bu bayram(!)da. Kurbana ilişkin düşüncelerimi  tekrar etmek istemiyorum, öncesinde çokça yazdım zaten. O yüzden Üzüm'le başbaşa burada kalmış olmak beni çok mutlu etti diyebilirim. Bir gün anne, bir gün baba ziyareti yapacağız ablamla. Sonra ablamla takılırız yine büyük ihtimal. Anne ve babamı da kurban kesme fikrinden vazgeçirdiğimi söyleyebilirim sanırım. Gerçi babam da dini açıdan benimle hemfikir gibi. Ama annem dindar bir kadın. Muhtaç birilerine yardım etmenin daha hayırlı olacağı noktasında buluştuğumuz için çok mutluyum. 

Yalnızlıktan neden bu kadar hoşlandığımı ve kalabalığın neden beni bu kadar rahatsız ettiğini düşündüm son günlerde. Evde yatılı misafir olması, Üzüm'ün çocuklara saldırganlığı, misafirlerin Üzüm'ü sevmemesi (daha doğrusu bu hissin karşılıklı olması), sürekli Üzüm'ü kontrol etmek yordu. Onu bir odaya kapatmak asla istemediğim bir şey. Ama yemek yerken yapmak zorunda kaldım çünkü Üzüm masanın altına girdiğinde herkes sandalyenin üzerine çıkacak kadar ürküyor ondan. Üzüm olmasaydı misafir olması ve kalabalık bu kadar yormazdı belki ama yine de sakinliği huzur verici buluyorum ben. Kendim olamadığım ve kesişen noktalarımızın az olduğu insanlarla aynı ortamda bulunmak yoruyor beni. Rol yapabilen bir yapıya sahip de değilim. Toplumsal kalıplara giremiyorum. Bu benim eksikliğim mi yoksa diğerlerinin mi bilemiyorum. 

Ablamla da konuştuk geçenlerde bu konuyu. Biz neden kalabalık sevmiyoruz, misafir sevmiyoruz diye. Yetiştirilme şeklinden kaynaklanıyor sanırım. Annem de sevmez öyle kalabalığı falan. Çocukken çok nadirdi bize misafir gelecek falan. Çekirdek aile modunda büyüdük. Sanırım öyle de alıştık işte. Eşim de kalabalık ailede, sürekli cümbüş halinde büyümüş, o da öyle mutlu oluyor. O yüzden birbirimize diretip sinir harbine girmek yerine herkesin mutlu olacağı şekilde vakit geçirebilmesi için fırsat yaratmak sanırım önemli olan. 

8 Ağustos 2018 Çarşamba

Kabak Koyu Tatili 2

Geçen seneki ilk ziyaretimizden sonra iple çektiğim bir Kabak Koyu tatili daha bitti. Bu cennete gitmek isteyenler için bir gezi yazısı yazmam şart. 

Şimdi efenim Kabak Koyu, Fethiye Ölüdeniz'den 20 km uzakta bir koy. Sağ tarafınızda müthiş bir maviyle Akdeniz'in size eşlik edeceği oldukça dolambaçlı, yokuşlu, inişli bir yol. Yolun sonuna geldiğinizde hem otopark hem cafe olarak hizmet veren bir işletme var. Günlük 10 tl ücretle arabanızı buraya emanet edebilirsiniz ya da bazıları gibi yol kenarlarına bırakabilirsiniz. Kabak Koyu'na araç inişi yasak, o yüzden ya servislerle iniyorsunuz, ya da yürüyorsunuz. Ki ikinci seçeneği hiç ama hiç tavsiye etmem. Çünkü leş gibi sıcakta o tozlu yollarda, yaklaşık 30 dakika kadar yürümeniz gerekir. Hele bir de eşyalarınız varsa zaten pek mümkün görünmüyor yürümek. Servis ücreti kişi başı 6 tl. Servise bindiğiniz an macera başlıyor. Toprak yollar oldukça kötü durumda, daracık yollar acayip dolambaçlı ve son derece tehlikeli bir uçurumun kenarından gidiyorsunuz. Yolun kenarında hiçbir koruma yok. Bir teker ilerisi uçurum yani. İyi bir haber vereyim de içiniz rahat etsin, buradan düşen bir servis aracı yokmuş bugüne kadar. Aman olmasın da. Yolların neden bu durumda olduğunu sordum sanırım yakın zamanda buna ilişkin bir çalışma yapılacakmış. Tamam yine araç girişi yasak olsun, bu benim de desteklediğim bir durum. Araç girişi serbest olursa Kabak, Kabak olmaktan çıkabilir. Ama yollar düzeltilse çok daha sağlıklı olacak. Böbrek taşı olanların rahatlıkla düşürebileceği 5 dakikalık bir yolculuktan sonra koya iniyorsunuz. Günübirlik gelenler sahilde iniyorlar, sizi kalacağınız kampa kadar bırakıyorlar sonra. Çok sayıda kamp var koyda. Bazıları koya daha inmeden biraz tepede kalıyor, bunların manzaraları muhteşem tabi ama denize ulaşımları diğer kamplara göre daha zor. 

Biz geçen sene de Turan Hill Lounge'ı tercih etmiştik, bu sene de. Kabak Koyu'nun en eski kampıymış. Çok memnun kaldık biz. Odaları çok güzel, denize 5 dakikalık yürüme mesafesinde. Yemekleri iyi, personeli iyi. Kediler, tavuklar her yerde. Geçen sene yoktu, bu sene keçiler de var. Deniz dalgalıydı hep. Girişte ve çıkışta biraz zorlasa da sonrası sıkıntı yaratmıyor. Su sıcacıktı. Muhteşem bir mavi. Sabah erken kalksam dalgasız olacağını düşündüm ama ı ıh. Malesef sürekli dalga vardı. Eylül aylarında düz olduğunu söylediler. Seneye Eylül'de gideriz biz de :)

Öyle animasyon gösterilerinin yapıldığı, cıstakcıstak mekanlar yok. Geceleri şarabını, içkini alıyorsun, sahile iniyorsun, yıldızlar muhteşem. Tatil mekanlarında sıkça görülen vıcık vıcık insan kalabalığı yok. Doğanın göbeğinde, sessiz sakin, huzur bulabileceğiniz, kafa dinleyebileceğiniz bir yer. 

Fiyatlara gelince, Turan Hill'de tuvalet banyonun ortak kullanıldığı odalar ile içinde özel bulunan odalar var, çadır alanı var. İster kendi çadırınızla, isterseniz işletmeye ait çadırlarda konaklayabiliyorsunuz. Odaların boyutlarına, tuvalet ve banyonun durumuna göre fiyatlar değişiyor. Kahvaltı ve akşam yemeği fiyatlara dahil. Onun dışında yiyip içmek istediğinizde uçuk rakamlar beklemiyor sizi. Şehiriçinde bir mekana oturduğunuzda gelen menüyle aynı fiyatlar hemen hemen. Çok lezzetli bir menüsü var. Vegan-vejetaryen seçenekler de mevcut. Sahile yakın bir yerde market de var. 

Biz 2 arkadaşımızla gittik bu sene ve kampın en büyük evinde kaldık. 2 katlı olan evin alt katında bir banyo ve tuvalet var. 2 katın da balkonu vardı ama üst kattakinin müthiş bir manzarası vardı. Odalarda tv ya da buzdolabı yok. Klima var. Günlük kişi başına düşen ücret 225 Tl idi. 

Bu sene talihsizliğim hasta olmam oldu. Gittiğim gün boğaz ağrısıyla başladı. Geçirmek için ne bulduysa içtim. Hatta sağolsunlar personel bana zencefilli limonlu bir karışım yaptı ki tam bir ilaçtı. Ama yine de olmadı, ertesi sabah  o kadar kötü uyandım ki. Saç telimden ayak tırnağıma kadar her yerim ağrıyordu. İşte Kabak Koyu'nun bir eksisi size; doktor yok. Herhangi bir rahatsızlığınızda size bakabilecek biri yok. En yakın doktor Ölüdeniz'de. Bu da en az 45 dakika demek. Yani acil bir durumda epey sıkıntı yaratabilecek bir eksiklik bence bu. Doktora gitmem şart olduğu için servis çağırdık. Yarım saate yakın bir zamanda yukarı çıkabildik. Aracımızı alıp Ölüdeniz'e gittik. Sağlık ocağı bulduk. İğne verdi doktor. Hadi o gün orda yaptırayım ya ertesi gün, sonraki gün kim yapacak iğneyi? Aradım kampı, çok tatlı ve ilgili bir kız var, o iğneleri aşçılarının yapabildiğini, kendilerine de onun iğne yaptığını söyledi. Ohh dedim. Kampa geri döndük, iğneleri verdik. Aşçı bu iğneyi yapamayacağını söylemiş, ama yan kampta bir hemşire olduğunu, onunla konuşup ayarlayacağını söyledi. Tamam dedik. Ertesi sabah oldu, iğne vakti geldi. Soruyorum bizim haberimiz yok, sizin konuştuğunuz personel izne çıktı. E yan kampı arayın o zaman hemşirelerine söyleyin, neyse aradılar hemşire falan yok. Konuştuğumuz personelinizi arayın, onun bilgisi var, arayamayız izinde. Yardımcı olamıyoruz kusura bakmayın dediler. Aslında büyütmek istesem olay çıkarabileceğim bir durum. Bu soğuk algınlığı değil de başka bir rahatsızlık olsa ne olacaktı? Ya da şöyle diyeyim, ben Türk değil de yabancı bir konuk olsam aynı muameleyi ona da yapabilecekler miydi, bunu merak ediyorum. Olayı kapattık orda ama canımız sıkılmadı da değil. İlaçla vs. atlattık. Zaten o tek iğne bile inanılmaz toparladı, kendime getirdi beni. 

Kamptan ayrıldık, Ölüdeniz'i geçmek üzereyiz telefonum çaldı. Biz size yanlış iğneleri vermişiz, onlar bizim B12 iğnelerimizmiş. Ee ne yapabilirim, orada bir market ismi vereceklermiş ben oraya bırakacakmışım. Ben de bekliyorum ki benim iğnelerimi getireceklerini falan söylücekler. Kusura bakmayın ben market arayamam Ölüdeniz'de dedim. Bu konuda da ben onlara yardımcı olmadım. İğnelerim de onlarda kaldı zaten:( 

Bunu ufak bir aksilik olarak görüyorum ben. Çünkü gerçekten çok sevdim orayı. Kabak Koyu'nu ve evet bazı hatalarına rağmen Turan Hill'i. Diğer kampları da araştırdım, bence en güzeli Turan.

Kabak'a giderken ne almalısınız? Deniz ayakkabısı en çok işimize yarayan şey oldu diyebilirim. Çok fazla sivrisinek olduğunu söyleyemem ama vücuda sıkılan sineksavarlar iş görüyor. Sahilde şezlong ya da güneş şemsiyesi yok.  Kamptan bize şemsiye verdiler ama kampta kalmayacaksanız şemsiyeye ihtiyacınız olabilir. Haa bir de telefon çekmiyor :) Kampın restaurantında ve bazı alanlarda çekiyor, onun dışında maalesef hat yoktu. Onun dışındaa, pek bir şey almayın yaa. Kitabınızı alın gelin, gündüz cırcır böcekleri sesi eşliğinde kitabınızı okuyun. Geceleri dalga sesi ve şarap eşliğinde gökyüzünü izleyin. 

Kampın kedileri. Müthiş pozlar veriyorlar ve gerçekten çok mutlular.

Kolyeli keçiler. Bulundukları alan biraz dar yalnız:( Son derece hayvansever bir işletme olduğu için otlatmaya çıkardıklarını ve onlara iyi baktıklarını düşünüyorum. 

Şanslı ve huzurlu kedi. Baygın gözlerle manzaraya birlikte eşlik ettik. 

İşte kedinin ve benim oturduğumuz köşe. Burası cennet!

Kahvaltı zamanı. Tabi ki ona da yer ayırdık :)

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...