28 Şubat 2015 Cumartesi

Mutluluk.

Sabah sekizde uyandım. Dün akşam başım ağrıdığı için erkenden yatmıştım. Her sabahki gibi elimde telefonla tuvalete girdim. Ayılma sürecini akıllı telefonlarla yaşayanlardanım ben de maalesef. Küçük Joe'nun şu yazısını okudum. Kıyılar mutedil'in tavsiyesiyle Joe'nun izlediği ve onun da tavsiye ettiği bir film mutlaka izlenmeli. Zira Joe beğendiyse kesin güzeldir. Filmin adı Hektor Mutluluk Peşinde. Eşimin uyanmasına da en azından 2 saat olduğuna göre, filmi hemen izlemeye karar verdim. Sabah gözümü açar açmaz, kahvaltı falan yapmadan oturdum filmin başına. İyi ki izlemişim, iyi ki tavsiye etmişsiniz. Güne yandaki kuzucuk gibi gülümseyerek başladım.  Mutluluk üzerine güzel bir film izlemek istiyorsanız ben de bu filmi tavsiye ediyorum. Tavsiye edenler zinciri büyüyor :)

Dün akşam ekşi sözlüğü açınca "renkleri anlaşılamayan elbise fotoğrafı" başlığını gördüm. Merak ettim bu kadar çok ne yazılmış, neymiş bu diye. Açtım baktım, çirkin mi çirkin bir elbise fotoğrafı. Okudukça elbisenin rengi konusunda milletin birbirine girdiğini gördüm. İlginç geldi. Bazıları elbiseyi sarı ve beyaz görüyorlarmış. Bildiğin mavi ve siyah yahu elbise. Aynı fotoğrafa bakıp nasıl farklı renk görebilir ki insan. Eşime gösterdim hiçbir şey söylemeden. Bu elbise ne renk? Altın sarısı ve beyaz demez mi... Hayatımın dumurunu yaşadım. O ana kadar milletin saçmaladığını düşünürken, birden beynimde cızırtılar duymaya başladım. Benim mavi gördüğüm yeri eşim bembeyaz, siyah gördüğüm yeri altın sarısı görüyor. Sabah tekrar baktık, hala farklı görüyoruz. Cidden kafam karıştı bu elbise olayında. Bazıları fotoğraf hilesi falan demiş, yok renkleriyle oynanınca bilmem ne, yok kardeşim bu fotoğraf renk hilesi falan değil. Aynı fotoğrafa aynı açıdan bakan iki farklı insan nasıl farklı renkler görebiliyor. Aklıma en uyan açıklama beynin renk algılama bölümlerindeki farklılıklar olduğu. Elbisenin gerçek rengi mavi siyahmış bu arada. 

Yaniiii...

Belki de kesin olduğunu düşündüğümüz şeyler, algılarımızın bizi aldatması olabilirmiş. Mutlu olabilmek için algılarımızı değiştirmek belki de bizim elimizde. Belki gözümüzün önündeki pembeleri siyah görüyoruz. Kim bilir.

25 Şubat 2015 Çarşamba

Çok yoğun işyeri, çok miskin ev hayatı.


İş yerinde görülmemiş yoğunlukta günler yaşıyorum. Ne blog okuyabiliyorum, ne yorum yazabiliyorum. Sağ tarafta okuyorum dediğim kitap var ya, bir ay önce okumaya başladığım ve beni okumaktan uzaklaştıran kitaptır kendileri. Bir aydır hiç kitap okumadım :( 

İş yerindeki yoğunluk geçici bir durum, bunu biliyorum, aslına bakarsan seviyorum da çalışmayı. Yoğunluğu seviyorum. Ama yoruluyorum işte. 

Yılbaşında aldığım kararlardan biri de el işiydi. Hiçbir şey yapmadım. Hatta uzun zaman önce tamamlayıp postaya vermem gereken ufacık bir şeyi bile yapamadım. Sevgili Ayşegül, valla kendimden utanıyorum sana verdiğim sözü tutamadığım için. Bu uyuşmuşluk hissinden kurtulmam lazım. İş yeri tamam koşuşturuyorum da, akşamları evde  candy crush oynamaktan, uyuşuk bi şekilde uzanmaktan başka bir şey yaptığım yok. Eşim harıl harıl piyano çalıyor, ben miskin miskin oturuyorum :( 

Üzüm'ün poposunda bişiler çıktı, iki gündür canım ona sıkılıyor. Geçen gün uzun uzun poposunu yaladığını farkettim. Normal temizlik yalamasından epey uzun sürünce bir terslik olduğunu anladım. Hayatta poposuna falan elletmez, tüy yoğunluğundan bugüne kadar görmedim bile popo deliğini. Dün eşimle baktık zorla, kabarmış poposu, tahriş olmuş gibiydi. Bir pamuğa zeytinyağı yapıp, poposuna sürdük zorla. Kabızlıktan mı oldu acaba :( Eşek sıpası, kuru mamadan başka bir şey yemiyor ki. Yoğurt verdim dün, bir iki dil attı bıraktı. Yaş mamayı bile ıkına sıkıla yiyor. 

Pisinin poposundan da detaylı bir şekilde bahsettiğime göre, yeterince boş zaman bulabilmişim demektir. 

Çalıştığım insanlara sinir olduğunu daha önce söylemiş miydim? İşini düzgün yapmayan insanlara feci şekilde sinir oluyorum. Ağzı bi yerde, götü bir yerde, savsaklayarak çalışıyormuş gibi yapıp, tüm işin içine ediyor, sonra sıvadığı boku ben temizliyorum. Benim en kısa zamanda müdür falan olmam lazım. Yoksa sinirden çatlıcam. Eğer şimdi çalıştığım arkadaşın müdürü olsaydım, anam anam diyim ben sana, tanrı onu korusun :) Elimden çekeceği vardı. Sevilen bir müdür olacağımı düşünmüyorum, hoş, zaten sevilen bir insan da değilim ki :) 

Şöyle bir yerde yaşamam lazım benim.


20 Şubat 2015 Cuma

Kedici kadınlar ve sokaklarda hayvan görmek istemeyenler...



Ceren'in şu yazısını okuduktan sonra yorum yazayım dedim. Ama baktım ki yorumla olacak gibi değil. Bu konuda kendimle yaşadığım fazlaca ikilem de var. En iyisi blog yazarak içimi dökmek galiba. 

Canım Ceren demiş ki, sokakta kedi köpek olmaz. Hatta pardon düzeltiyorum, "sokakta hayvana karşıyım" demiş. Kimsenin ne düşüneceğine, fikrine müdahale edemem.  

Ama...

Sokakta kedi köpek olmazsa nerede olur? Kedi ve köpeğin doğal yaşam alanı diyebileceğimiz alanlar nereler?

İnsan müdahalesiyle var olmuş hayvanlardan bahsediyoruz. Vahşi ataları olan kurtlardan insan tarafından evcilleştirilmiş köpekler. Ne kedinin doğal yaşam alanı ormanlardır, ne de köpeklerin. Bazı belediyeler köpekleri kurt sanıp, şehir merkezinden aldıkları zavallıları ormanların içine atıveriyorlar ya, hayvanlar açlıktan birbirini yiyor oralarda. Kilometrelerce yürüyüp, açlıktan, yorgunluktan ölüyorlar. 

Sen önce hayvanları alıp, onu onunla, öbürünü berikiyle karıştırıp, kulağı şöyle olsun, kuyruğu böyle olsun, boyu şu kadarcık kalsın, huyu şöyle olsun diye kendin bir tür çıkaracaksın ortaya, sonra da bunlar çok oldu artık, bir kısmını öldürelim, bir kısmını hücrelere kapatalım, insanlar beğensin alsınlar, beğenilmeyenleri itlaf edelim gitsin diyeceksin. Kedi de köpek de, insanla var olan, insanın yaşadığı yerlerde yaşamını sürdüren hayvanlardır. Issız dağ başlarında, ormanlarda ya da çöllerde yaşabilir mi bizim sokak kedileri, köpekleri?

Avrupa'da sokaklarda kedi, köpek göremezmişsiniz öyle diyorlar. Bunun nedeni de adına barınak mı dersiniz, rehabilitasyon merkezi mi dersiniz, toplama kampı mı dersiniz, ne derseniz artık, kediler ve köpekler buralarda tutulur, belli bir süre kimse sahiplenmezse hayvan itlaf edilir. Sokaklarda hayvan görememek iyi bir şey midir o konuda da ikilemdeyim. Bana göre bu dünyayı güzelleştiren hayvanlar olduğu için, onları hayatımın her yerinde görmek isterim. Ceren'in dediği gibi sokaklarda açlık var, insan şiddeti var, trafik var, hastalık var. Ama bu yaşayan her canlı için geçerli değil midir? Neden biz insanlar, başka canlıların hayatları üzerinde bu denli yetkin hissediyoruz kendimizi? Onlar aç kalmasın diye, araba altında ezilmesin diye ya da pisliğin biri işkence etmesin diye sokaklardan toplayıp hapsetmek, öldürmek ne kadar etik?

Belki ben de "kedici kadın" olma yolunda ilerliyorum :) Sokakta yaşayan kedi ve köpek dostlarım var, çantamda onlar için aldığım mamalarla geziyorum. Onların yaşamlarını kolaylaştırmak ve birazcık olsun güzelleştirmek adına elimden gelen şeyi yapmaya çalışıyorum. Evet zor durumlarda yaşamalarını izlemek acı verici, soğuklarda ya da aşırı sıcaklarda perişan olmalarını izlemek kimseye zevk vermez ama onların var olmasından mutluluk duyuyorum. Sokakların onlarsız olması beni mutlu etmez, aksine eksiklik hissederim. 

Bir defa köpek barınağına gittim. Tarif edemeyeceğim duygular yaşadım.  İçim parçalandı sözünün gerçek bir durumu ifade ettiğini anladım, içimden bir şeylerin parça parça koparıldığını hissettim. Birbirlerinin üzerine yatarak ısınmaya çalışan yavru köpek tepecikleri gördüm. Bir zamanlar sevgiliye ya da karne hediyesi olarak çocuklara alınmış ve biraz büyünce sokaklara atılan, bir köşeye çekilmiş ve insana küsmüş cins köpekler, sevilmek için daracık tellerden burunlarını uzatan ve ağlayan, kendini sevdirmek için birbiriyle yarışan köpekler. Benim gördüğüm belki de barınakların en iyi durumda olanlarındandı üstelik. İnternette denk gelmişsinizdir, açlıktan birbirini yiyen köpekler var barınaklarda. Kendi bokları üzerinde yaşamak zorunda bırakılan, birkaç adımlık beton hücrelere kapatılan ve kuru ekmek bulurlarsa karnını doyurabilen zavallılar.  



Köpeklere daha çok üzülüyorum. Kediler minnetsiz hayvanlardır, başlarının çaresine bakarlar, çöplere girer, avlanır, başlarını sokacak yer bulurlar. Köpeklerse koca bedenleriyle itilir, kakılır, çöplere çıkamaz, karınlarını doyuramazlar ve kesinlikle insanlardan daha çok eziyet görürler. Halbuki köpekler gerçekten çok duygusal hayvanlardır, küçücük bir okşama, bir sevgi gösterisi onları çıldırtmaya yeter, sizi tanırlar, peşinizden gelirler, etrafınızda dört dönüp kuyruk sallarlar, o hüzünlü gözlerle masum bakışlar atarlar ki beni en çok vuranı da köpek bakışlarıdır. İçimde inanılmaz bir şefkat patlaması yapar köpek bakışları.


Konudan uzaklaştım sanırım. Sokakta yaşayan kedi ve köpeklere müdahale konusu dediğim gibi beni çok ikilemde bırakan bir konu. Şu an için uygulanan yöntem şöyle; belediyeler sokakta yaşayan kedi ve köpekleri alıp, kısırlaştırıyor, aşılarını yapıp aldığı yere bırakıyor. Bana göre de en olması gereken yöntem budur. Vicdanımı sızlatan tarafı ise, dediğim gibi onların hayatlarına müdahale konusunda kendimizde gördüğümüz bu yetkinlik hissi. Bu his evimi paylaştığım sevgili kedim Üzüm için de geçerli. Ben de onu kısırlaştırdım. Ameliyat sonrası iyileşme sürecinde kendimi çok vicdansız ve çaresiz hissettim. Ona bunu yapmaya hakkım var mı diye düşündüm. Bir yandan da evden çıkmayan bir kedinin cinsel içgüdülerini tatmin edememesi de bir işkence olacak. Üstelik kedilerin ya da köpeklerin insanlardaki gibi "anne olmak isteği" gibi psikolojik bir ihtiyaçları olduğunu düşünmüyorum. Çoğalma içgüdüsüyle otomatik olarak yapılan davranışlar olarak düşünüyorum. Anneliği hissetmiyorlar demiyorum, herhangi bir anne hayvanın yavrusuna olan davranışlarını izlerseniz, ne kadar mükemmel anne olabildiklerine şaşırırsınız. 

Neyse işte, canımı sıkan ve hep çözüm ne diye kendimi sorguladığım konu onları kısırlaştırmak, ya da barınaklara kapatmak ya da itlaf etme hakkını kendimizde görmemiz. Nüfusları çok arttı diye sokaklardan toplayıp öldürdüğümüz hayvanlar karşısında insan nüfusunun durumuna bir bakarsak, hangi canlının nüfusunun dengelenmesi konusunda daha net bir farkındalık yaşayabiliriz. Çünkü bu dünya üzerinde nüfusu arttıkça doğal dengeyi bozan, doğaya uyum sağlayarak yaşamak yerine kendine uydurmaya çalışan, çalıştıkça da her şeyi mahveden tek tür insandır. Doğanın düzeni öyle sistemli bir şekilde işler ki, kendi haline bırakırsanız mükemmel uyumu görürsünüz. Ama olmuyor işte, insan çoğalıyor, çoğaldıkça kaynakları kullanma ve tüketme konusunda şaşmaz bir bencillik sergiliyor ve başka canlıların yaşamlarına olan müdahale hakkı giderek genişliyor.

Çözüm nedir, sokaklarda hayvan görmek istemeyenler mi haklı, kedici kadınlar ve adamlar mı? Bana göre çözüm onlarla yaşayabilmek, bizlerle birlikte yaşamak zorunda olan bu hayvanların yaşamlarını elimizden geldiğince kolaylaştırmak, yardımcı olmak, çünkü bu dünya bizim değil. Bu dünyaya hükmetme ve üstün ırk olarak görme kibirimize rağmen bu dünya sadece bize ait değil. Bunu ya öğreneceğiz ya da kendimizle birlikte tüm canlı yaşamının içine edip, bu güzelim gezegeni yaşanmaz hale sokacağız. Biz insanlar bu dünyanın sahibi değiliz, bizler de diğer hayvanlar gibi dünyadaki yaşam zincirinin bir halkasıyız. 




18 Şubat 2015 Çarşamba

Piyanoda son durum...


2,5 aylık kurs sonrası son durum budur. Gerçekten yetenek var benim kocamda :) 

17 Şubat 2015 Salı

İdam mı !?



Yapılan caniliğe karşı büyük bir çoğunluk idam çığlıkları atmaya başladı. Evet, o yaratığın yaşaması sinir bozucu, girecek hapishaneye, yıllarca yiyip, içip, yatacak, sonra af çıkacak falan, iyi hal indirimi alacak, çıkacak gidecek, oksijen israfı yapmaya devam edecek. Ya da bilmiyorum,  yaşadığına pişman olacağı, ölmek isteyeceği anlar yaşatacaklar ona hapishanede, umarım öyle de olur. 

Benim derdim idam çığırtkanlığı. Sanki çok demokratik, yargının üstün ve bağımsız olduğu, adalet sisteminin tıkır tıkır işlediği bir devlet düzenimiz varmış gibi "idam istiyoruz" demek bana fazlaca cesur, hatta kendi sonunu istemek gibi geliyor. Sanıyor musun ki, idam gelirse bu adamlar tecavüzcüyü asacak. Onlar için zaten tecavüzde suçlu olan kadın, tahrik etmiştir adamı, mini etek giymiştir, kaşı gözü oynamıştır vs. Zavallı adam ağır tahrik altında şeytana uymuştur. Bir kılıfının bulunup bütün karşı çıkanların susturulduğu, tehdit edildiği, korkutulduğu bir dönemdeyiz. Bu bahaneyle idamı yasalaştırıp temizliğe girişmek bazılarının son derece işini kolaylaştıracaktır. 

Bu kadar tehlikeli bir gidiş yaşanırken, "idam istiyoruz, asalım, keselim" demek bizi yanıbaşımızdakilerle aynı kaderi yaşamaya sürüklemez mi sizce?

14 Şubat 2015 Cumartesi

Özgecan...


Hayatta en değer verdiğinize, gözünüzden sakındığınız kızınıza, birileri vahşice tecavüz ediyor, bıçaklıyor, ellerini kesiyor ve yakıyor. Bu nasıl bir acıdır, empatisi mümkün değil. Düşünmesi bile çok zorken yaşanıyor bunlar. 

20 yaşında gencecik bir kıza tecavüz edildi, öldürüldü ve yakıldı. "Bunu yapan insan olamaz" demeyin, bunu yapan sadece ve sadece insan olabilir. Başka hiçbir canlı bu denli iğrenç olamaz çünkü. 

Kadına şiddetin normalleştirildiği, görmezden gelindiği bir toplumda yaşıyoruz. Normalleştirme iktidarın kadına bakışından başlıyor. Kadının ne giyeceğini, nereye gideceğini, nasıl davranacağını, nasıl ve kaç tane doğuracağını, nasıl konuşup, nasıl güleceğini belirlemeye çalışan bir iktidar. 

Bana göre en üzücü olan, kadına bakış açısında en büyük sorumlunun yine kadınlar olması. Yani anneler. Bir toplumun zihniyetini inşa eden anneler. Minibüsüne binen bir kıza bu iğrençliği yapabilen pisliği yetiştiren anneyi merak ediyorum. Oğlunun bir kıza tecavüz edip öldürdüğünü öğrenince cesedi ortadan kaldırmaya yardım eden babasına ise yazacak kelime bulamıyorum.  

Küçük oğullarını pohpohlayan, pipileriyle gurur duyup, amcalara, teyzelere gururla gösteren, erkek doğurunca değerli hisseden, aslan oğullarına gurur duyulacak davranışlar yerine pipisiyle gurur duymasını öğreten anneler. 

Kadın, kadının düşmanıdır derler. Anneler, belki de farkında olmadan, oğullarına, başka kadınlara değer vermemeyi öğretiyor. Belki de oğullarını kıskandıklarından, sadece kendini sevsin istediklerinden. Çünkü kendini değerli hissettiren tek erkek oğlu olmuştur hayatında. Biricik aslan oğullarının her dediğini yapan anneler, ilerki yıllarda bir kadın tarafından reddedilmeyi kabul edemeyen erkekler yaratıyor. Reddedilmenin acısını kadını öldürerek tatmin etmeye çalışan erkekler. Maalesef bu durum bizim toplumumuz için bir genelleme yapabilmeme imkan verecek kadar yaygın.

Oğullarınıza merhametli olmayı öğretin, vicdanına göre davranmasını, merhamet etmenin "karı gibi" bir davranış olmadığını, "erkek" ve "kadın" dan önce "insan" olduğumuzu öğretin. Kendi ayakları üzerinde durabilen erkekler yetiştirin, çok gururlandığınız oğullarınız yalnız yaşasalar, karınlarını doyuramaz, pislikten ölürler. Bu mu sizin erkek gücünden anladığınız? Kendi karnını doyuramayacak acizler yaratmak. 

Özgecan öldürüldü, korkunç bir şekilde... Aciz bir pislik tarafından... Gurur duyun oğlunuzun erkekliğiyle...

11 Şubat 2015 Çarşamba

Yoğun




Acayip yoğun günler geçirdim blog. Yoğunlukla beraber boyun ağrım da azdı iyice. 

Şu kamu kurumlarında o kadar çok abuk subuk iş yapılıyor ki, kendine iş çıkaran, iki dakikada halledilebilecek bir işi saatlerce süründürmeye çalışan, vatandaşa yardımcı olmak yerine süründüren ve bundan keyif alan kamu çalışanları o kadar çok ki. Ve ben bunlardan biriyle çalışmaktan nefret ediyorum. Her gün sinir oluyorum, stres yaşıyorum. Hem işi bilmiyor, hem olmayacak yerde olmayacak iş üretiyor, hem işi uzatmak için elinden geleni yapıyor. Kamu kurumlarından böyle insanlar temizlenebilse ülke kurtulur - mu acaba?- 

Elimde de bir kitap var ki, allahım, ceza gibi geldi bu yoğun iş günlerinde. Dili çok ağır, bilimsel çalışma yapacak akademisyenlere yazılmış bir kitap tadında. Daha 20 sayfa falan okudum ama gitmiyor, iktire kaktıra okumaya çalıştım ama beceremedim. Belki iş yoğunluğundan kafam kaldırmıyor, zamanı değil belki, o yüzden başka bir kitaba daha başladım. 

Haftasonu yollardaydık yine, eşimin memlekete gittik. İş yorgunluğuna, yol yorgunluğu da eklendi. Üzüm yine ablama işkence yapmış, kapının önüne pusu kurup evden çıkmasına izin vermemiş. Hayvan resmen biz yokken, aslana dönüşüyor. Kapıda bizi gördüğünde ağır çekimle kendini yere  attı ve göbişi açtı. Nasıl olur diyorum, bu hayvan nasıl o hale gelir, ama geliyor, resmen bekçi köpeği gibi oluyor manyak biz yokken. 

İzmir'e iki gündür kar yağıyor ama İzmir'in karı da bi tuhaf :) Havada dolanıyor önce aşağı, sonra aşağıdan yukarı, sağa sola, aynı kar parçacıkları dolanıp duruyor ve dolanma esnasında eriyip gidiyor. 

Ceren'in Kedici Kadın yazısına yorum yazacaktım, baktım bu konuda çok karışık ve doluyum, en iyisi blogda yazı yazayım dedim. Ama sonra. Bu arada Küçük Joe geri döndü, ne iyi etti, sevindim. 

Ara verince bloga dönmesi daha zor oluyor, umarım daha çok fırsat bulurum artık.

2 Şubat 2015 Pazartesi

Satranç - Stefan Zweig

stefan zweig

İntihar etmiş bir yazar daha. İntiharından önce yazdığı son kitabı Satranç. Bu sene intihar eden yazarlardan gidiyorum, tamamen tesadüf. Zweig'in intihar ettiğini kitabı okuduktan sonra öğrendim. İlk Stefan Zweig kitabım. Methini çokça duyduğum bir kitaptı, tüm övgüleri fazlasıyla hakettiğini düşünüyorum. 2 saatlik okumayla bitirebileceğiniz kadar kısa, uzun yıllar aklınızda kalacak kadar derin. 

İki ana karakter var. Dr.B, Nazilerce sorgulanmak üzere bir otel odasına kapatılan bir avukat. Maruz kaldığı işkence ise, diğer tekniklerden farklı: hiçliğe maruz bırakılmak. Hiçliğe maruz kalmanın ne demek olduğunu size yaşatan satırlar... Hiçbir uyaranın olmadığı dört duvar. Satranç teknikleri kitabı bulmasıyla Dr.B, hem kendini fazlasıyla oyalıyor, hem de çıldırmaktan kurtuluyor. Ama bir süre sonra satrançtan başka bir şey düşünemez, beynini farklı bir şeye adapte edemez hale geliyor.  

Diğer karakter ise Czentovic. Satrançtan başka bir şey bilmeyen bir köylü. Ruhunda his taşıdığına dair hiçbir belirti olmayan bir dünya şampiyonu. İki kişi bir gemide yolculuk sırasında tesadüfen karşılaşırlar ve soluksuz okuyacağınız bir oyun oynarlar.

Zweig'in intihar mektubu beni çok etkiledi. Duyarlılık insan için bir gereklilik, bir güzellikken, neden bir kanser hücresi, bir yük oluyor. Neden duyarlı insanlar mutsuzluğa, hüzne mahkum bırakılıyor. 2.Dünya Savaşı'nın verdiği acı Zweig'e katlanılmaz geldiğinde ve bir şeylerin düzeleceğine olan umudunu yitirdiğinde başka yol görmüyor ve şunları yazıyor:

"Kendi isteğimle ve bilinçli olarak hayattan ayrılmadan önce son bir görevi yerine getirmeye kendimi mecbur hissediyorum. Bana ve çalışmalarıma böyle iyi ve konuksever şekilde kucak açan harikulade ülke Brezilya'ya içtenlikle teşekkür etmeliyim. Her geçen gün bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim. Benim lisanımın konuşulduğu dünya bana göre mahvolduktan ve manevi yurdum Avrupa'nın kendi kendisini yoketmesinden sonra hayatımı yeni baştan kurmayı daha fazla isteyebileceğim bir yer daha yoktu.

Ama hayata 60 yaşından sonra yeni baştan başlamak için özel güçlere ihtiyaç var. Benim gücüm ise uzun yıllar süren yurtsuzluğum sırasında tükendi. Böylece ruhsal çalışması her zaman en büyük sevinci ve bireysel özgürlüğü bu dünyanın en büyük nimeti olan bu hayatı, zamanında ve dimdik sona erdirmek bana daha doğru görünüyor.

Bütün dostlarımı selamlarım! Umarım uzun gecenin ardından gelecek olan sabah kızıllığını görebilirler! Ben, çok sabırsız olan ben, onların önünden gidiyorum."


1 Şubat 2015 Pazar

Üzüm 6 yaşında...


Ayy, ne zahmet ettiniz. Benim için mi bu?


Valla hiç gerek yoktu, hatrınız için ucundan tadına bakıcam.


Kibarlığımdan vazgeçmem, söz konusu yaş mama olsa bile :) Çatal yok muydu?

Bugün Üzüm'ün doğumgünü. 6 yaşını doldurdu benim güzel, ipek kızım. O benim huzurum, eve adımımı attığımda yüzümü güldüren, içime sığmayan sevginin sahibi. Yokluğunu düşünemediğim tatlı meleğim, upuzun sağlıklı ömrün olsun.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...