27 Mayıs 2014 Salı

Zamanı değerlendirememe problemim



Son iki haftadır ders çalışmıyorum. Hem sınav tarihinin belirlenmemiş olması hem de içimdeki inanılmaz isteksizlik engel oluyor. Kitap da okumuyorum ders çalışmaya başladığımdan beri. Ders çalışmam gereken dönemde kitap okursam vicdan azabı çekiyorum. Ders çalışmadığım için de vicdan azabı çekiyorum ama hiçbir şey de yapmıyorum.

Çok şey yapmam gereken bir dönemde hiçbir şey yapmıyorum yani. Aklımdan onu yapmam lazım, bunu yapmam lazım diye geçiriyorum sonra boş boş oturuyorum. Boş gözlerle internette dolanıyorum akşamları. Oyun oynuyorum, sonra erkenden uyuyorum. İnanılmaz bir motivasyon düşüklüğü yaşıyorum yani. Kitabın başına oturup ders çalışmak ölüm gibi geliyor. Ve çok kıymetli zamanım uçuuuup gidiyor. Ben de salak salak arkasından bakıyorum. 

Plan yapmak ve yapılan planı uygulamak. Başarının anahtarı buysa ben sınıfta kalırım. Zamanın var, şartların müsait, engel olacak durum da yok,  daha ne bekliyorsun be kadın. Plan yap, değerlendir şu zamanı. Bazen gaza geliyorum, akşam başlayacağım, daha geç yatacağım, çalışacağım diye. Eve gidiyorum, yemekten sonra bütün gazım boşalıyor. Kendimi koltukta pineklerken buluyorum. Sonra kendimden nefret ediyorum. 

Zamanı değerlendirme konusunda başarılı olan insanlara hayranım. Bir sürü işin altından kalkan, işine, evine, eşine dostuna, ailesine zaman ayıran, on parmağında on marifet denilen türden insanlara. İşini de iyi yapan, evinin düzenini sağlayan, kendine de zaman ayıran, spora giden, kitap okuyan, kendini geliştiren vs.vs. İmreniyorum onlara. Enerjim mi az, motivasyonum mu, planlama yeteneğim mi, bilmiyorum. Bir şeylerim eksik işte. Belki hepsi birden.

Aslında şöyle yapabilirim. Eve gidip yemek yerim, sonra derse otururum, 2 saat çalışsam yeter. Servisle gidip gelme esnasında kitap da okuyabilirim. Haftasonları da temizlik işini eşimle halletsek, fazla fazla zaman kalır bana. Anlatması bu kadar basit işte. Uygulaması neden bu kadar zorrrrrr, off. 

Zamanı değerlendirme, plan yapma konusunda öneri bekliyorum. Yardım istiyorum. Siz nasıl planlıyorsunuz gününüzü? Nasıl uyuyorsunuz bu plana? Motive edin beni lütfen :) Başarılı örnekler okumak istiyorum gaza gelmek için, yardım eder misiniz?

 

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Bergama Müzesi - Ayvalık - Cunda - Şeytan Sofrası


Cumartesi günü Ayvalık'taydık. İşyerinden yaklaşık 30 kişilik bir grupla geziye katıldık. Gezi programımız Bergama Müzesi, Ayvalık, Cunda ve Şeytan Sofrası'ydı. Ayvalığa daha önce gitmiştim ama Cunda'ya geçmemiştim. Sabah ilk olarak Bergama Müzesine gittik. Sadece Bergama'ya bir gün ayrılabilirmiş, gezilecek çok yeri var. Biz sadece müzeye girdik. Bergama'da 1878'de arkeolojik kazılara başlanmış ama, o dönemde tarihe ne kadar önem veriliyorsa, adamlar almış almış götürmüşler çıkanları. Taş taş taşımışlar ve şimdi Berlin'de Bergama Müzesinde sergiliyorlar götürdüklerini. Ne ilginç dimi. Berlin Bergama Müzesi. Bergama nere, berlin nere. Tonlarca ağırlıktaki taşları yürütmüşler adamlar. Bizim için de zaten taşın ne önemi var, umursamamışız bile, tarihimizi yürütmelerine. Şimdi Berlin'de en çok ziyaret edilen sanat müzesiymiş burası. Ne diyelim, kıymetini bilememişiz, adamlar almış götürmüş, değerlendirmiş. 

Müzeden sonra Ayvalık'a gittik. Ayvalığın dar taş sokaklarında Çınarlı Cami, Taksiyarhis Kilisesi, Saatli Cami'yi görmekti program. Ama tam namaz vaktine denk geldiği için camileri sadece dışardan gördük. Aslında hepsi kilise de, camiye çevrilmiş. Biliyorsunuz 6,5 şiddetinde bir deprem oldu Cumartesi günü. Biz yoldaydık o sırada. Ayvalık'ın sokaklarında gezerken tırsmadım değil. Çünkü öyle binalar var ki, bir tekmede yıkılacak gibi görünüyor. Sit kapsamında olmasından dolayı yıkılamıyor da. Ama bu şekilde durmaları da bana göre çok büyük tehlike. Deprem de olunca, üzerimize yıkılacak diye korktum.

Meşhur Güler Tatlıhanesinde sakızlı dondurma eşliğinde lor tatlısı yedik. Müthişti. Damla sakızlı kurabiyelerden aldık. Öğle yemeğinden sonra Cunda'ya geçtik. Cundaaaa, cundaaa. Aklım, kalbim, ruhum orada kaldı sanki. Rahmi Koç'un müze haline getirdiği Sevim-Necdet Kent Kitaplığı var yaa. Orası beni mahvetti ya. Orada yaşamak istiyorum. Tüm hayatımı orada geçirebilirim. Manzarası müthiş. Bir oda dolusu kitap, müthiş bir ortam. Necdet Kent, 1941-1944 yıllarında Marsilya başkonsolosu olarak görev yapmış, II. Dünya Savaşında Musevilere yardımcı olmak için kendi hayatını tehlikeye atmış biriymiş. İlerleyen yaşı nedeniyle gözleri göremez olmuş ve benim de sık sık aklıma gelen bir şeyi dile getirmiş: "göremediğime değil, okuyamadığıma üzülüyorum." Benim de sık sık aklıma bu geliyor nedense. Kör olsam ben de en çok okuyamadığıma üzülürdüm. 

Rahmi Koç, gerçekten müthiş bir işe imza atmış. Muhteşem manzaraya karşı çayınızı, kahvenizi içebileceğiniz çok hoş bir kafesi de var. Cunda sokaklarında gezerken bir ev gördüm, aklımı başımdan aldı. Fotoğrafını çekmemişim, pişman oldum. Satılıktı. Bahçe içinde bir konak. Korku filmlerinin çekildiği evlere benziyor. İçim eridi resmen. Orada yaşamak istiyorum yaa. Şimdi  baktım da sahibinden.com'da ilanını buldum. 4 milyon TL. 120 yaşında köşk. Yani, hayaller, hayal olarak kalmaya devam edecek. 

Şeytan sofrası, manzarasına doyum olmayacak bir yer. Turla gitmenin sıkıntısı, bireysel hareket edememek. Ayvalık merkezde bir sürü zamanı boşa harcamışız. Orada geçirilen zaman bence Şeytan Sofrasına ayrılmalıydı. Sadece 15 dakika verildi buraya. 15 dakika nedir ya, bu manzarada oturulup bir şeyler içilmez mi? Şeytanın ayak izi olduğu iddia edilen bir çukur var, millet oraya para atmış ve etrafına bir sürü çaput bağlamış yani dilek dilemişler sanırım şeytandan :) Milletimin ilginç inançları. Oturduk, zorla 15 dakika daha kopardık ve buz gibi birer bira içtik. Bu bile yeterli gelmedi, kesinlikle ayrıca gelinmesi, güneşin batırılması gereken bir yer. 

Gideceklere önerilerim;
- Ayvalık'ta Güler Tatlıhanesinde lor tatlısı yiyin.
- Cunda'da kesinlikle ve kesinlikle Sevim-Necdet Kent Kitaplığını görün, oturun bir limonata için.
- Parmak arası terlik, topuklu ayakkabı kesinlikle giyilmemesi gereken şeyler. Daracık, yokuşlu, taş sokaklarda parçalarsınız ayakları.
- Sepet lorunun methini okumuştum, ben de aldım Cunda'dan. Bildiğimiz tatlı lor. Bana farklı bir tat vermedi.
-Günübirlik turla gittiğinizde, koştur koştur gezildiği için, her yerin güzelliğini yaşayamıyorsunuz. Mümkünse kendi aracınızla, ya da kalmaya gidin.
- Şeytan sofrasına çıkın. Müthiş manzaraya karşı buzz gibi biranızı için.



Çınarlı Camii- Ayvalık


Şeytan Sofrası

Şeytan Sofrası


rahmi koç müzesi
Sevim ve Necdet Kent Kitaplığı

Sevim ve Necdet Kent Kitaplığı


Taksiyarhis Kilisesi

Bergama Müzesi

Bergama Müzesi

Cunda (Çok güzel bir dekorasyonu ve huzur veren müzikleri eşliğinde yemeğimizi yedik)

Sevim ve Necdet Kent Kitaplığı


Sevim ve Necdet Kent Kitaplığı

22 Mayıs 2014 Perşembe

İnşaat gürültüsü ve serçe sesi


İşyerimin yanıbaşında 3 blok ve 9'ar kattan oluşan bir plaza inşaatı var. Bütün gün çok yoğun bir şekilde gürültü kirliliğiyle beynim dürtülüyor. Nefes alabildiğim ve içimi sevinç dolduran ufacık tefecik şeyse, tuvalete gittiğimde duyduğum serçe sesi. Sanırım yuva yapmış havalandırmaya. Dünyayı güzelleştiren şey kesinlikle hayvanlar. Dünya üzerinde sadece insan olsa ne kadar çekilmez bir yer olurdu, kimbilir.

20 Mayıs 2014 Salı

Olağan Şeyler...


Fotoğrafını hiç paylaşmak istemediğim bir yüz ama ifade olarak tam da, "olağan şeyler" demiyor mu? "Ya büyütmeyin olur böyle şeyler" demiyor mu? Ne zaman bitecek ülkemin derdi? Biri bitmeden biri başlıyor felaketlerin, acıların... Ve devlet büyüğünden beklenen, olması gereken açıklama kısa ve net üzgün olduğunu belirtmek iken, "bunlar olağan şeyler, 1800'lerde orda burda da ölmüşler. Ölmek bu işin fıtratında var" gibi akıl almaz açıklamalar yapıyor. Evet, başbakanın Soma ziyaret programı şöyleydi: Maden ocağında binlerce korumayla gezinti, arama kurtarma çalışmalarını aksatma, sonra bu görülmemiş muhteşemlikle basın açılmasını yapmak, sonra çıkıp müşaviriyle vatandaş yumruklamak, tekmelemek, tokatı yersin tehditleri savurmak ve gitmek. 

Olağan şeyler. Bir anda 300 kişinin ölmesi olağan. Şöyle ki; ölümlerin normal olması insanların ne kadar maaş aldığı, toplumun hangi seviyesinde yer aldığıyla doğru orantılıdır. 301 deniliyor inanırsanız. Kimsenin buna %100 inandığı da söylenemez ya. Hadi diyelim 400 kişi olsunlar. Onlar sadece birer sayı ya, 400 olsun, o da olağan sonuçta. Kaç paraymış aldıkları maaş: 1500. Çarp 400'le. 600 bin. Ölen 400 kişi bir ay boyunca madende çalışsa yine de birilerinin kol saatini alamıyor. O yüzden de, böyle insanların ölmeleri olağan şeyler. Meclisin çatısı çökse, 301 kişi ölse de biz de olağan karşılasak.

Ne zaman döner hayat normale bu kişilerin aileleri için? Lütufmuş gibi basbas bağırıyorlar, 1000 lira ölüm maaşı bağlandı ailelere diye. Bizim insanımız gerçekten az rastlanır bir saflığa sahip. Hükümetimiz sağolsun, maaş bağladı derler mi yarın? 1000 liralık maaş yeter mi acılarını unutturmaya? 

Başbakanının unutulmaması gereken laflarına pek çok cümle eklendi son bir haftada. Unutmadığım bir diyalog da bir protestocu ve bir polis arasında geçti. Protestocu bağırıyor: "300 kişi öldü, susacak mıyız" polis diyor ki; " Sus, git evinde yasını tut"  

Bunca acının yaşandığı bir toplumda, benim gibi anormal insanlar için, normale dönmek, umut beslemek, güzel günleri beklemek gerçekten zor. Tam diyorum ki, hadi at şu karamsarlığını artık, kurtul karanlık çerçevenden. Ama olmuyor. Olamıyor. Bu topraklarda ne mümkün, ne de mümkün görünüyor.  Aydınlık yarınları ben mi göremiyorum?

14 Mayıs 2014 Çarşamba

Utanıyorum...




Bugün yine utandım insan olmaktan, yaşamaktan utandım. Servise binip, güvenli iş yerime girmekten, şu masada oturuyor olmaktan, tertemiz elimden, yüzümden, aldığım maaştan, yaptığım işten utandım. Ben utandım, gerçekten utandım. Kapkara yüzleriyle, güneşi görmeden, yerin metrelerce altında çalışan o insanlardan, saatlerdir bir umutla maden ocağının başında bekleyen, hastanelerde bekleyen, soğuk hava depolarında yakınlarını arayan insanlardan utandım. Bir adam yeğenini arıyor soğuk hava deposunda, 15 yaşında diyor. 15 YAŞINDA. 15 yaşında bir çocuk maden ocağında çalışıyor. Diğeri kardeşini arıyor; 18 yaşında. 

Her şey olağan akışında devam ediyor bugün de burada. Her sabah olan şeyler yine oluyor. Günaydınlar, gülümsemeler, hal hatır sormalar, günlük iş rutini, çay, bilgisayar... Her şey aynı. 201 kişi ölmüş, göçük altında yüzlercesi var, kaç kişi olduğu bile belli değil. 201 ölen kişi, yüzlerce yakını, yine yüzlerce belirsiz bekleyişe rağmen her şey aynı. Ne olmasını bekliyorum peki ben? Bilmiyorum, ben aynı olamıyorum bugün. Ya onlar? Sorumlular... Onlar nasıl bugün? Nasıl yaşayabiliyorlar bu vicdan azabıyla, bu vicdan yüküyle? Aklımın almadığı o kadar şey var ki bugün.

9 Mayıs 2014 Cuma

Tost Çay ve Üzüm



Eşimin eniştesi vefat ettiği için Çarşamba gününden beri İstanbul'da. Pazar gününe kadar Üzüm kızla yalnızız. Yemek yapmayı çok da sevmeyen biri olarak, yalnız kaldığımda durum genelde böyle oluyor işte. Akşam yemeğinde tost, çay ve zeytin. Çok da severim bu üçlüyü. 

Yalnızlık benim için korkutucu bir durum değil, işten geliyorum, bir şeyler atıştırıp, ders çalışıyorum. Üzümle koyun koyuna yatıp uyuyorum. Üzüm gayet iyi. Yakalığını da çıkardım artık. Bir sürü krem ve ilaç denemelerimden sonra ablamın verdiği bir kremi denedim. Çay ağacı yağı kremi. İyileşmeyen yaralara iyi geliyormuş. İki gün onu sürdüm. Yaraları iyileştiği gibi artık kaşımıyor da yüzünü. 

Babam da iyi şimdilik. Perşembe günü tekrar geldi, sondası çıkarıldı. Tıkanma da olmadı şimdiye kadar. Sanırım bu defa düzeldi. 

Eniştenin ölümü dışında hayatımda güzel şeyler olmaya başladı yani bu aralar. Mutluyum :) 

Yarın saçlarımı kestireceğim. Biraz kısaltma, biraz şekil verme. Belki dökülmeye de iyi gelir kısaltmak. 


5 Mayıs 2014 Pazartesi

Karaçam






















Karaçam tohumumdan uzun zamandır bahsetmedim. Aylar oldu ancak bu hale gelebildi kendisi. Ben mi eksik bir şey yapıyorum, yoksa çamın gelişiminin normal hali mi böyledir bilemedim. Kocaman bir ağaç olup, gövdesine sarıldığım günleri görebilecek miyim dersiniz? :)

2 Mayıs 2014 Cuma

33...


Bugün benim doğumgünüm. Teeee 33 yıl olmuş bu dünyaya geleli. Bu benzersiz, muhteşem dünyaya geleli. Ciğerlerime ilk oksijen girmesinin üzerinden tam 33 yıl geçmiş. Vayyy anasını diyorum ya, 33 yaşındayım. Ben mi tuhafım yoksa herkes mi böyle hisseder bilmiyorum ama yaşım bana çok büyük geliyor. Yıllar geçse de ben hala kendimi küçük hissediyorum. Yaşıma inanamıyorum yani.

Yaşamayı çok seviyorum ama ölmekten de hiç korkmuyorum. Öbür dünya, cennet cehennem ve en küçük detayına kadar tasvir edilen işkenceler kısmı da gözümü korkutmuyor. Çünkü o konularla ilgili kafamdaki soruları çok net ve kesin bir şekilde hallettiğimi düşünüyorum. Tabi ne şekilde öleceğin de önemli, acı çekerek ölmemek ilk tercihim :) Hakikaten normal değilim bak, doğumgününde ölümden bahseden biri ne kadar normal olabilir ki? 



Neyse, dün akşam kanalın birinde bir belgesel vardı. Hayvanların yuva yapma ritüellerine ilişkin bir belgeseldi. Kırlangıç mıydı, hangi kuştu emin değilim. Neyse, bu kuşlar, minicik bedenleriyle, bir mağaraya yuva yapıyorlar, ama nasıl? Salyalarıyla. Minicik gagalarıyla, canla başla, salyalarıyla yuva inşaa ediyorlar. Salyaları, donarak cam gibi oluyor. İçlerine girebilecek kadar yuvarlak şirin mi şirin bir yuva. Ve ne oluyor biliyor musun? Dünyanın en gereksiz ve en vahşi canlısı insan, bu kuşların yuvalarının protein açısından çok dehşet bir kaynak olduğuna karar verip, bunlardan çorba yapıyor. Ve bu minik kuşların salyalarıyla yaptıkları yuvalar talan ediliyor. Kilosu binlerce dolardan satılan minik kuş yuvaları çorba yapılıyor. Kuş salyası çorbası... Aklımı kaybedecektim bunu izlediğimde. Nasıl canlılarız biz? Dünya, gerçekten müthiş bir yer, eşsiz güzellikte, muhteşem yaratıklarla dolu. Bir istisna ile: İNSAN.  Dünya üzerinde doğayla bu kadar çatışan, dünya kaynaklarına ve diğer canlılara bu kadar zarar veren, üretmeyen, devamlı tüketen ama kendini dünyanın en değerlisi, en üstünü sayan başka bir canlı var mı? O kadar utandım ve sinirlendim ki belgeseli izlediğimde. Nasıl bir yaratık, minicik bir kuşun canını dişine takarak yaptığı bir yuvayı yiyecek olarak düşünebilir aklım almıyor. Neymiş protein deposuymuş. Batsın sizin bencilliğiniz, kibiriniz, lanet insanlığınız. Nefret ettim bir kez daha insanlıktan. 

Sonra başka bir kuşu gösterdi, çardak kuşuymuş. Erkekleri yuvayı yapıyormuş, ama görmeniz lazım. İnanamadım ben o yuvayı bir kuşun yaptığına, o kadar düzenli, o kadar nizami ki. Çalıları toplamış, çatı yapmış, ve inanamadım; süslemiş. Resmen dekorasyon yapmış kuş. Yuvanın girişine çiçekler koparmış koymuş, yuvanın içine meyveler taşımış. Ve çiçekleri soldukça değiştiriyormuş tazeleriyle. Maksat en güzel yuvayı yapıp dişiyi etkilemek :) Çok güzeller yaa, muhteşem yaratıklar hayvanlar. Bizim tam tersimize. 

Bakınız, şurada 25 gr. kuş yuvasını 77 dolara satıyorlar ve detaylı fotoğrafları da koymuşlar bi güzel. Şurada da, dünyanın en pahalı 10 yemeğini sıralamışlar, 5 numarada kuş yuvası çorbası var. Hele 7 numaraya özellikle dikkatinizi çekmek istiyorum. Bir öğününüz için, bu güzel canlılara bu kadar işkence yapmaya değer mi sizce? 



Yine beni zıvanadan çıkardı bu insanoğlu, doğumgünümde kırlangıç yuvalarından bahsediyorum. Off, off ne olacak benim bu halim? 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...